“Dilin Ötesinde” yedi ülkeden 10 sanatçıyı buluşturdu

MELEK HAMER

Sonbahar 2019 sezonuna, Kıraathane için büyük bir heyecanla tasarlanmış, daha önce Türkiye’de hiç bir grup sergisi olmamış Arjantinli, Ermenistanlı, Fransız, İtalyan, İranlı, Türk, İngiliz bir grup sanatçının bir araya geldiği, Benedetta Cassagrande ve Lara Özdoğan’ın küratörlüğünde bir sergiye ev sahipliği yaparak başladık: Dilin Ötesinde.

Dilin sınırlarından kültüre ve küreselleşmeye, geçmişten günümüze, yapay, gerçek ve de beden arasında geçişler yapan, mekân ile diyalog hâlinde olan sergi, 26 Ekim’e kadar gezilebilecek.

İlk oda, kendini tamamen dile adıyor. Ayıran ve birleştiren etkileşim biçimleri üzerinden farklı iletişim şekilleriyle oynuyor, bazen de farklılıkları bir araya getirerek paylaşımların arasına giren sınırları kaldırıyor veya güçlendiriyor.

Lucie Khahoutian’ın işleri, çağdaş Batıya ait öğeleri, geleneksel Ermeni unsurları ile internet kültürünün yardımını kullanarak birleştiriyor ve yeni durumlara sokuyor. Anneannesinin siyah beyaz fotoğrafının merkezde konumlandığı eserde, daima çözümsüz kalmaya mahkûm Doğu ve Batı, geçmiş ve gelenek, dilsel ve görsel gerginlikleri devam etse de bir arada yaşayabiliyorlar. Sanatçı işlerine hayatındaki güçlü kadın figürlerini katarak, onları bir nevî ikonlaştırıyor. Yan duvardaki çalışmada ise Kafkasya’dakileri andıran bir dağın önünde, uçan bir halının üstünde dua etmekte olan adamlar sanatçının usta montajıyla birbirlerine uyum sağlıyor. Son olarak ayrı bütünler hâlinde bu coğrafyada yaşayan insanların ortak noktalarından biri olan pide, kendini tekrarlıyor.

Türkiyeli sanatçı Pınar Kayar’ın, bir aynanın çerçevesinin içine gerilmiş keman, gitar ve saz gibi farklı enstrümanların tellerinden oluşan Diyalog isimli eseri seyirciyi, kendisini çalmaya davet ediyor. İki sözlüğün işlendiği Ana Dil’de ise sözlük sayfaları geleneksel olarak kadınların üstlendiği bir eylem olan dikişle okunmaz hâle geliyor. Tekrar eden eylem, bedenin dil üzerinde ulaşmaya sarf ettiği galibiyeti simgeliyor. Sözlük sayfalarındaki tanımlardan geriye sadece sanatçının özenle dikilmiş geometrik çizgileri kalıyor. Üniversite için gittiği İngiltere’de, İngilizce’nin sınırları ve bazı Türkçe kelimeleri İngilizce ifade edememe gibi durumlarla karşı karşıya bulduktan sonra sanatçı dil ve iletişim üzerine odaklanmaya başlamış.

İranlı sanatçı Mahyar Kalari’nin Rüya Tabloları adlı serisinden iki eser, sokak sanatı, Farsça şiir ve tipografi gibi geçmiş ve çağdaş pratiklerle oynuyor. Göz alıcı renkler, geometrik şekiller, çiçekler, Farsçanın zarif yazısı tuvallerin yüzeyinde hareket ediyor. Üst üste boyanmış katmanlar bazen kendilerine hâkim olamayıp dökülüyor gibi görünüyor. Çocukken ne olduğunu bilmeden başladığı duvar yazılarının ne olduğuyla akrabasının Amerika’dan getirdiği bir dergi aracılığıyla tanışmış sanatçı ilk defa. İşlerinde, İran’daki rahat zaman anlayışına ters gelen, büyüdükten sonra taşındığı New York’taki hızlı hayata ve rüyalar ve mantıklı seçimler alma isteği arasında gidip gelme hâli de var işlerde.

Bir sonraki oda idealleştirilmiş hâliyle değil de pürüzlü gerçekliği içinde beden ile ilgileniyor. Duvarlarda renkli figürler dolaşıyor, muslukta bir kadın saçını yıkarken pencerede kuşlar uçuşuyor. Coquelicot Mafille’in şiir formunda hayal ettiği hikâye, duvarlarda aşağı yukarı dikiş izleriyle hayat buluyor. Formlar odanın kıvrımlarına katılıyor, boyut değiştiriyor. Birbirinden bağımsız durum, nesne ve yerler burada birleşiyor. Kurbağa gibi tanımlayabildiğimiz figürleri hep görür oluyoruz ama çapraz tepedeki Venedik sahnesi gibi küçük ipuçlarını tespit edebilmek için daha çok bakmak gerekiyor. Musluğa yakın asılmış küçük kare tablosunda ise, İtalyanca “yağmur yağıyor” anlamına gelen “piove,” dağınıkça yazıyor ve diğer işlerle çelişen cart renkli çiçekler tuvali süslüyor.

İranlı heykeltraş Ruyin Nabizadeh’nin olanaksız bankında, spiralleşen metal ayakların üzerinde pembemsi silikon serili yüzey, bedeni temsil ediyor. Sentetik silikonun üstüne saç, kalay ve portakal kabuğu gibi doğal malzemeler ile oyulmuş deseniyle, bank hem ilgi çekiyor hem uzaklaştırıyor. İşin ismi Günaydın Hanımlar, Kedi Uyuyor, Birinci Dünya Savaşı’nda Almanlar tarafından bombalama eylemlerinde kullanılan kriptografiden yola çıkarak oluşturulmuş bir şifre aslında. Yanında ise sanatçının Lezzetli bir Bitki Olarak Hayatım adlı eseri aynı amaca bu sefer tersinden bakıyor. Bankın ayaklarını, bir metal ustasının yardımıyla inşa eden sanatçı, üretilen işin yerle arasındaki bağdan ve İran’a yakın fakat içinde olmama hislerinden bahsetti.

Yutmadan ucuna gelinmiş spagetti ve mevzunun devamı toplam üç kare hâlinde üç perdeye işli. Zihin, algıladığı görüntüleri kategorize etmekte zorluk çekiyor. İtalyan Federico Clavarino ve Arjantinli Tami Izko’nun Yılanbalığı Çorbası, iç içe geçmiş iki bedenin hikâyesini anlatıyor. Fotoğrafçının bedeni seramikçinin bedenini parçalara ayırıyor. Seramikçi de parçaları toplayıp yeniden biçim veriyor. Zıt iki beden birbirini tamamlıyor. Yılanbalığı Çorbası çünkü olay kıpranan bedenlerin birbirine karıştığı, birinin nerede bitip diğerinin nerede başladığının anlaşılamaz olduğu sınırlı bir alanda geçiyor.

Merdivenlerden çıkarken yine Coquelicot Mafille’in işleri, bu sefer çoğunlukla hayvanlardan oluşan, ata tapımında kullanılan kil heykellerin figürleri ile karşılaşılıyor.

Daha önce mimarlık yapmış Sara Palmieri’nin balkonlu odadaki çalışması, Senaryo ve Ev Denen Bir Yer isimli iki farklı işi bir araya getirerek mekâna uyarlıyor. Raflardaki kitaplar beyazla kaplandıktan sonra kimliklerini kaybediyorlar. Böylece kitaplık yeni anlamların  üretmeye açık olmuş oluyor. Bazıları maket bazıları da gerçek olan yer ve objelerin siyah-beyaz fotoğraflarında, neyin gerçek neyin yapay olduğu ayırt edilemiyor. Yandan bakıldığında görünen büyük fotoğraftaki sahne eski bir okul sınıfını andırıyor. Hem bir nevî yakışan hem de o durumda oluşu biraz rahatsızlık veren saç, fotoğrafçının hayatını Veneto’daki köyünden hiç ayrılmadan yaşamış olan anneannesine ait.

Deneysel Sinemacılar Francesco Martinazzo ve Giulia Savorani’nin Aydınlık düşer adlı, mekân için oluşturdukları enstalasyonu, dilin egemenliği, dönüşümü ve çağrışımlarına bakıyor. Film rulosu döndükçe Elizabeth döneminde yaşamış olan oyun yazarı ve şair Thomas Nashe’in “Veba sırasında bir ayin” adlı şiirinde geçen Havadan aydınlık düşüyor dizesi, tekrar belirmek üzere kayboluyor. Bir çok tartışmaya konu olmuş bu dizeyi, kutsalın artık yükseklerde değil de varoluşun karanlık diplerinde arandığı sonraki bir dönemde, James Joyce’un Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi adlı romanının baş karakteri, Havadan karanlık düşüyor diye hatırlıyor. Fazlasıyla bombardımanına uğradığımız imajlar nedeniyle hayal gücümüzün Ortaçağ’da birine kıyasla çok küçüldüğü kanısında ikili. Faşist bir dönemde yaşadığımızı düşünen Francesco Martinazzo, faşizmin Latinceden gelen fascination (büyülenme) kelimesi ile aynı kökten geldiği konusunda bilgilendiriyor bizi.