Şener Özmen: “Dünyanın bütün Güneydoğuları beni ilgilendiriyor”
Umuda gereğinden biraz fazla mı değer biçiyoruz? Yazar ve güncel sanatçı Şener Özmen’e göre öyle. Hattâ, düşünülenin tam da aksine, umutsuzluğun “inanılmaz verimli bir tarafı” olduğunu savunuyor Özmen. Bir süredir Diyarbakır’dan uzaklaşarak çalışmalarını Amerika ve Berlin’de sürdüren Özmen’i, Pilevneli Gallery’de açtığı “Yeni Bir Umutsuzluk” başlıklı sergisi kapsamında İstanbul Edebiyat Evi’nde ağırladık. 6 Nisan’dan 2 Mayıs’a kadar süren sergisinde ana temanın neden umutsuzluk olduğunu, yurt dışında üretim yapmanın kendisine ne kattığını, Kürt sanatının ve Kürt edebiyatının bugünü ve yarınını ondan dinledik. Basmakalıp yargıları sorgulayan, sanatın hayat ve hakikatla olan bağı üzerine cevaptan çok yepyeni sorular doğuran bu ufuk açıcı sohbetin geniş bir özetini sizlerle paylaşıyoruz:
“Benim için çıkış hep Diyarbakır oldu, herhalde gidiş de o tarafa doğru olacak. Çatışmaların başladığı günden son güne kadar kente iki ayrı güneşin doğduğunu, iki ayrı ayın geldiğini insan fark ediyor. Bir kent düşünün, yaşayanlarının bir kısmı sabah kahvesini yudumluyor, hayatına devam ediyor, geziyor, tozuyor, gündelik sorunlarla uğraşıyor. Bir kısmı da nereye kaçacağını bilemiyor ve göç etmek zorunda kalıyor…
“Sanırım o sıra yaptığım en iyi şeylerden biri Murakami okumaktır. Aranızda sevmeyenler olacaktır, bunu konuşabiliriz. Bütün kitaplarını aldım ve okumaya başladım. Sebebini bilmiyorum, sonrasında düşündüm: Gerçeklikten kaçış olabilir mi bu? Çünkü Murakami bunu çok iyi yapıyor. Muhtemelen gerçeklikten kaçış olarak gördüm onu ve bu tarz bir gerçekliğin beni yıkıma götüreceğini, gerçekliğin iyi bir şey olmadığını, bunu görmek istemediğimi fark ettim.
“Bir süre sonra kentin her yerinde laleler görmeye başladım. Diyarbakır ve laleyi aynı yere koyamazsın, aynı cümlede bile geçemez. Diyarbakır lale ekilen bir kente dönüştüğünde ve güvenlik bariyerleri kenti bir labirente çevirdiğinde yavaş yavaş neler yaşadığımızı görmeye başladım. Molozların kamyonlarla kaldırıldığı günlerde, epeydir başvurduğum bir burs vardı. Amerika’ya gittim. Zaten çıkmak bildiğiniz sebeplerden ötürü sıkıntılı oldu. Kentte belediyenin kullandığı ve New Jersey taşları denilen bloklar vardı. Trafiği düzenlemek için kullanılan bloklardı bunlar. Ben de New Jersey’e gittim. Bu hesaplanmış bir şey değildi.
Bir şey üretmemek üzere uzaklaşmak
“Benim için yaşadığım kente bir mesafe koymak sanırım gerekliydi. Çünkü bu kadar uzağa gidince sanat adına yaptığım pek çok şeyin yanlış olduğunu anlamaya başladım. Her şeyi bıraktığımı düşünerek gittim. Yani bir şey yapmamak üzere gittim. Bir şey üretmek için değil, sadece ve sadece bir mesafe koyup, bir şey düşünmemeye çalışmak için. Amerika’ya gittiğin zaman bu kez de ‘artık iyi bir yerdesin, bütün sıkıntılarından kurtuldun, şimdi üretebilirsin’ sorusuyla karşılaşıyorsun. Ama bu böyle olmuyor. Buraya açıkçası üretmeye gelmedim. Henüz ne olduğunu anlamadığım bir meselenin içinden geldim buraya ve onu anlamaya çalışıyordum.
“Zamanın ya da zaman kavramına dair, tam da Murakami’nin bahsettiği gibi, gerçekliğin ötesinde yaşadığın bir şey var. Serginin işlerinden biri de ‘Kürtleri kurtardığım gün’ adında bir eser. Güzel bir başlık, çok hoşuma gitmişti. Nasıl kurtarırım ben Kürtleri? New Jersey’desiniz ve ormanlık bir alandasınız. Geyikler ve sincaplar görüyorsunuz. Doğayla iç içesiniz, yalnızsınız, hiç kimseyle iletişim kuramıyorsunuz. Ormanlık bir alanda, yanıma kamerayı alıp, tek başına yürürken, daha önce hediye olarak getirilen Hoberman küresi vardı. Bir oyuncak, çok ilginç, açılıp kapanan bir şey. Bunun üzerinden bir okuma yapabilirim diye düşündüm. Peki, ne yapabilirim? Muhtemelen şu sıra ilgilendiğim, tam da o gerçeklikten kaçış dediğim, bilim kurguya sığınabilirim. Bilim kurgudan medet umabilirim. Biraz ona denk geldi.
“Özgürlüğü Hoberman küresi gibi istendiğinde açılabilen, istendiğinde kapanan, kapandıkça beni sıkan, açıldıkça özgür olduğum yanılsamasını yaratan tuhaf bir oyuncak gibi görüyordum. Bir ağacın kovuğundaydı, kara saplanmıştı. Neden özgürlük açılıp kapanabilen bir şey gibi geliyordu bana? Çünkü bu tam da ürettiğim coğrafyayla alakalı bir şey. Muktedirler, zaman zaman bunu açıp, zaman zaman kapayabilecek güçteydiler. Ve o arada kalma meselesi ise ne Kürtçeyi tam olarak kullanabilme ne Türkçeye dönüş, ne kaçış ne girişi ifade ediyordu. Tam da onların istediği gibi, ‘seni öyle bir yere sürükleyeceğim ki nereden nasıl çıkacağını bilemeyeceksin.’
“Birey psikolojisi işte, bunu kanıksamaya başladığınız anda ya sizi meczuplaştırıyor. O zaman da toplum sizinle ilgilenmiyor. Ya da her şeyi bırakıp hakikaten daha sert bir söylem üreteceksin, siyasetin alanına girecek ama orada da kendini mahvedeceksin ve hiçbir şey yapamayacaksın. Çünkü bu hayatta kalma çabasıyla alakalı gibi görünüyor.
“Bir süre sonra bu kadar çok umutsuzluk meselesini düşündüğümde işin içinden çıkamayacağımı, bütün sanat pratiğim boyunca sanatla hayat arasındaki dengeyi kuramadığımı, böyle bir şey olmadığını, buna inanmadığımı, bunu başarabilen bir sanatçı varsa onu bulmak istediğimi, bir yazar varsa onunla görüşmek istediğimi düşünmeye başladım. Nasıl bir dengeden bahsediyorsunuz? Yani artık ülkesizim. Tuhaf bir duygu, bunu hiç hissetmemiştim mesela. Hiç yaşamamıştım. Kürtçe roman yazmaya başladığımda Türkiye’yi yazan arkadaşlarım hep şöyle dediler: ‘Sen orada daha özgürsün.’ ‘Kitaplarını okuyoruz ama meselelerden yazarken daha özgürce bahsedebiliyorsun, sanatta neden bu kadar kapalısın?’
Umut ‘endüstrisi’
“Ne tür bir sistem var ki orda, bu kapalılık çıkıyor? Sürekli kendini sansürlüyorsun çünkü. Ama anadilinde kendini daha özgür, daha güvende hissettiğin zamanlar oluyor. Umut ve umutsuzluk meselesi de öyle. Eninde sonunda biri bir endüstri, yani sürekli aşılamaya çalıştığımız bir şey. Her yıkımdan sonra siyasetin yeniden yarattığı bir dil olarak karşımıza çıkıyor. Neyi umut ediyoruz ki artık? Umut edecek bir şey yok ki, kalmadı. Kalmadıysa yapacak tek bir şey var: Geçmişte birtakım umutsuzluklar yaşadıysak, bunu yaşamış birinin yeni umutsuzluğa dair söyleyebileceği bir şeyler olabilir. Böyle bir deneyimi olan birinin söyleyebileceği, üretebileceği bir şey olabilir. O zaman geçmişte yaşadığı umutsuzluklarla karşılaştıracaksın yeni umutsuzlukları…
“Şimdi çıkış yolu ne olabilir senin için? Tam da şu anda, kendini hiçbir yere ait hissetmediğinde ne olacak? Dünyada çok sayıda insan böyle yaşıyor. Benim temas ettiğim, üzerinde iş ürettiğim bu sorun, şans eseri ölmeden Avrupa’ya ulaşabilen göçmenlerin problemlerinden daha ivedi, daha can alıcı olamaz ki zaten. Ama umutsuzluğu yeni bir çıkış yolu olarak ortaya koyduğumda, kendimi ne Nietzsche’ye ne de ondan sonraki pesimistlere yaslıyorum. Burada bir çıkış olabileceğini düşünüyorum ya da en azından hissediyorum. Yani umut artık beni ayakta tutan bir mesele olmaktan çıkıyor. Ben sanatçı olarak, yazar olarak tökezliyorum. Şunu düşünüyorum: Nasıl oluyor da son birkaç yıldır çağdaş Kürt yazarları hiçbir şey yazmıyor? Nasıl oluyor da hiçbirinden bir şey çıkmadı?
“Bu çok dönemsel bir şey gibi görünüyor. Çünkü bakıyorum, okuyorum ama tek tük birkaç şey çıkabiliyor. Ama beklenen şey bu değil, çünkü artık dilin kendisi de yok olmaya başlıyor. Bunu dile getirdiğinizde bizim çevremizde eleştirel tepkiler de geliyor. ‘Çok umutsuz olmayın.’ Nasıl yani? Ne olacak ki? Kürtlerin 1990’lardan, 2000’lerden sonra doğan bütün çocukların isimleri Brûsk, Nîştiman, Argan… Ne kadar çok sert isim varsa koymuşlar. Ama hiçbiri Kürtçe konuşmuyor. Yani meseleye biraz buradan bakmalı.
George Lucas’ın homurdanan Güneydoğuluları ve biz
“Zaten kendinde bir umutsuzluktan bahsetmiyorum. Bunun sadece benim yeni üretim alanım olduğunu söylemeye çalışıyorum. Sergi de böyle çıktı. Sürekli gerçeklikten kopuk filmler izlemeye başladım. [George] Lucas’ın bir filmini izlediğimde şöyle bir sahne vardı: İki siborg robot, dağ, çöl insanları, çöl halkı denilen tuhaf ama muhtemelen Arap, tuhaf bir şekilde olması gerekenden daha büyük bir koç ve onlardan kaçmaya çalışan kahraman. ‘Güneydoğu’dan buraya bazı yaratıklar yaklaşıyor,’ diyordu. Bu yaratıklar meselesi, bu yaklaşma, onlardan kaçınılması gerektiği...
“Bunu izledikten sonra, birkaç kez daha izleyip şunu düşündüm: Sanırım dünyanın bütün Güneydoğuları beni ilgilendiriyor. Çünkü sana yapışıyor bu mesele. Tam da o göçmen fotoğrafında olduğu gibi bir Güneydoğu yapışıyor sana: Tuhaf, ne olduğu belirsiz, uzaylı mı yoksa yaratık mı, arada kalmış, batının Frankenstein yaratma dürtüsüyle ortaya çıkmış tuhaf bir göçmene dönüşüyor. Bir dil bile konuşmuyorlar. Dile benzemiyor, sadece homurdanıyorlar. Ve bu homurdanma, dil olmayan şey meselesi ile çok uzun bir zaman Kürtçe yazanlar için de söylendiğinden tuhaf bir duyguya yol açıyor. 1990’lar ve 2000’lerde Türkiye’de çağdaş sanat dünyasında olduğu gibi. Mesela İstanbul’da da o sıra başlıklar şöyle atılırdı: ‘Güneydoğu’dan önemli bir çıkış,’ ‘Güneydoğu İstanbul’u ele geçirdi.’
“Bu, şu sürece de çok benziyor: Maalesef seküler Kürtler, dünyayla teması Amerikan silahlarının savaş araçlarının başındaki güzel gözlü, çilli Kürt kızları üzerinden kurdu. Yani savaş malzemesi üzerinden dünyayla temas kurdu. Bizim seküler meselemiz tam da bunlar üzerinden verildi. Avrupa’da, Amerika’da ve her yerde kapak fotoğrafı olarak yer aldı. Giydikleri o kostümler, moda ikonları haline gelmeye başladı. Bunu sinema üzerinden yapmadı, bunu edebiyat üzerinden de yapmadı. Bunu bilim, tıp üzerinden yapmadı. Tam da korkunç sayılabilecek bir savaşın içinden geldi o imgeler. Ve biz de kendimizi karşımızda Avrupa’da merkezde bir kafede otururken Lifestyle dergilerini açıp, ‘aa güzel ve savaşan Kürt kadınları meselesi’ derken bulduk. Düşünsenize dünyayla kurduğumuz teması… Hep şunu sorguluyorum: Bu başka türlü olabilir miydi? Bilemiyorum. Yazgı demiyorum çünkü buna.
“Bunun edebiyat üzerinden olması gerekiyordu. Şöyle olabilirdi: Mehmed Uzun yaşamalıydı. 10 yıl daha. Sadece 10 yıl. O 10 yılda muhtemelen çağdaş Kürt edebiyatının seyrini değiştirecek bir şey yapacaktı. Çünkü Mehmed Uzun’dan sonra hiçbir Kürt yazara dünyanın herhangi bir sorunuyla ilgili mikrofon uzatılmadı. Kaale bile almadılar. O düzeyde bir yazar olmadı, çıkmadı.
“Ben de kendimi o meselenin içine koyuyorum. Ben de roman yazıyorum. Peki, niye bu meseleyi çok umutsuz bir yerden aramaya başlıyorum? Niye ilişkileri böyle düzenliyorum? Daha küresel bir şey yapma olanağım varken, dünyaya başka türlü ulaşabilecekken… Çünkü bu artık Ortadoğu meselesi değil. Bu artık Türkiye meselesi falan da değil. Bu dünyanın sorunu. Dünyanın içinden konuşabileceğiniz bir hale geliyor. Evet bu görüntüleri gördük ve hâlâ bu meseleler sürüyor. Tırnak içinde kullanıyorum, zaman zaman çağdaş sanat pratiklerinde yazı yazmaya başladığımız kritik dönemlerde içimizdeki en sıra dışı yazarlar bile bu yazıları yazarken “Güneydoğu” diye yazarlardı. Mesela hiç Kürt, Kürtlerin coğrafyası diye geçmezdi. Bir süre sonra artık her konuştuğumuzda baktım ki Kürtler de “Güneydoğu” demeye başlamış.
“Diyarbakır’dan çağdaş sanatı alıp İstanbul’u, merkezi beslediğinizde tam da işte Lucas’ın yansıttığı şeye dönüşebiliyorsunuz. Bakış öyleydi. Bakış tam da ‘oradan buraya yaratıklar yaklaşıyor’ gibiydi. Böyle algılandı ve böyle okundu bir süre. Ve, tuhaftır, bütün bu çalışmalar, 10 yılı aşkın bir süre Avrupa’da dolaştıktan sonra Türkiye’de müzelere girdi. Ondan öncesinde sizi keşfeden bir kurum, bir galeri, bir koleksiyoner yok, bir sanat yazarı yok. Çünkü o 10 yıla ihtiyaç duyan bir sistem var. Şimdi ‘zaten bunlar kendilerini kanıtladı’ diyor. Bu bir başarı öyküsü mü? Sanki umutsuzluğa kapılmayacağım da ne yapacağım diye bir şey çıkıyor burada. Çünkü, bu yerdeğişmeceli hayat size üretebileceğiniz bir şey bırakmıyor. Kendinizi çok fazla geriye çekiyorsunuz, yazmaktan, üretmekten vazgeçiyorsunuz.”
“Şimdi tutup bu durumda bütün bu işleri bir araya getirerek bir duygu yaratmaya çalışıyorum. Son sergimde İstanbul’da bir daha ironik bir iş yapmayacağım diye yemin etmiştim. Bende ciddi bir kırılma olmuştu, bir duygu değişimi olmuştu. Neyin ironisini yapıyor olacağım ki çünkü eleştirdiğim bir şeydi. Enkazın içinden iş çıkmaz ki? Neden enkaza bakıyorsunuz? O enkazı alıp ne yapacaksınız? Nasıl göstereceksiniz onu? Ya içinizdeki enkazı? Kime göstereceksiniz ki? Daha doğrusu kim bununla ilgileniyor ki? Herkesin zaten taşıdığı büyük enkazlar var. Yok mu işte göçmenlerde? Her yerdeler. Çok daha büyük enkazlar var. Bunlarla karşılaşıyorsunuz, konuşuyorsunuz, herkes kendi öyküsünü anlatıyor zaten bir şekilde.
Xeyb ve Kürtçe edebiyat üzerine
“Eninde sonunda elinde edebiyat kalacaksa, sürdürmekte ısrarlıysan, oluşturduğun dil neyse, ister eleştirel olsun ister ironik, ister provokatif olsun ister politik, devam etme duygusu çıkıyor bir süre sonra. Kürtçe yazmaya devam edeceğim bu bir. Yazdığım her romanı editöre götürdüğümde ‘Kürtler için korkunç bir roman yazdım’ diye başlıyor cümle. ‘Yine korkunç bir roman yazdım, çok daha iyi olabilirdi,’ sözleriyle başlıyor. Gerçekten çok daha iyi olabilir, ama olmuyor.
“Şiir hiç sevmiyorum çünkü uzun bir dönem edebiyat içinde geçerli bir söylev haline geliverdi. Perihan Mağden bir yazı yazmıştı Radikal’de, çok da güzel bir köşe yazısıdır. 1990’lar, 2000’lerde televizyonlara çıkan her Kürt hikâyeyi şuradan başlatırdı: Okuldayken bizi döverlerdi. Ben bıktım artık bu şeyden. Ve yakaladıklarıma ‘lütfen bunları söylemeyin, şu okul meselesini bir kapatın,’ diyorum. ‘Hoca cetveli aldı, beni dövdü, aslında ben Türkçe bilmiyordum…’ Bundan çıkın, bu değil.
“Karşındaki bir profesör, tarihten söz ediyor ve senin edebiyatın yok diyor. Sen de niye bu travmatik meseleyi ortaya çıkarıyorsun? Bununla savaşamazsın ki onunla. De ki ‘bir edebiyatı var.’ Eğer yoksa ve olmamışsa bunun sebepleri de var. Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir dil, bu dilin uğradığına uğramamıştır. Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir yazar tipi de yok. Her Kürtçe yazan şununla çıkacaktır: Yeni bir şey yaratıyorum ben. Hayır. Romanlardaki bütün kahramanlar İstanbul’a geliyor. Niye İstanbul’a gönderiyorsunuz o kahramanları? Ne yapacaklar orda? Geri döneceklerini bildikleriniz kahramanları niye oraya gönderiyorsunuz? Konya’ya gönder. Uşak’a gönder. İnanın bana oradan çok daha iyi roman çıkacaktır. Elazığ’a gönder. Kahramanın o sınırlardan çıkmasın, batı denilen yere gitmesin, orada bırak. O meseleyi içindeki her neyse orda yaşasın. İnanın bana çok daha iyi öyküler çıkacak. Minimal ve iyi şeyler, edebiyat anlamında sağlam şeyler ortaya çıkacak.
“Ama batıyla karşılaşma, uçağa binme, öğrenci evinde kalma, Cihangir’de bira içme, neredeyse bir 10 yıl Kürtçe romanlarda hep bunlar vardı. Şunu yapıyordum: O romanları alıp aydınger kağıtları gibi alıp üst üste koyuyordum. Sadece isimler değişiyor ama mekânlar aynı, kahraman aynı. Çünkü İstanbul’a hep aynı yoldan gelebiliyorsunuz. Uçmuyorsanız, ışınlanmıyorsanız, işte otobüse bineceksinizdir, çünkü yoksul bir ailenin çocuğusunuzdur ve entelektüelsinizdir. Bir de onu konuşturacaksınızdır. Sanırım bu hatayı ben de yaptım ilk romanda. Çok fazla filozof ismi sayıyorum. Bu bir eleştiri olarak geldi, söylüyorum. O anti kahraman neden sürekli birtakım yazarlardan bahsediyor. Çünkü öyle oluyor. İlk romanda her şeyi söylemeye çalışırsınız. Her şeyi sokmaya çalışırsınız. Kahramanın adı Spinoza. Peki onun felsefesiyle ne alakası var? Bunu kurmaya çalışıyorsunuz…
“Ben de uzun zamandır hiçbir şey yazmıyorum artık. Son romanım Kürtçesi Xeyb, Türkçesi Gaip idi. İki yıl uğraştım yazmak için. En sevdiğim romanlardan biri. Bir roman yazarı olarak, Kürtçe yazan ve o dili kusursuz bir şekilde kullanmak isteyen biri olarak bir eşiği atlattığımı düşünüyorum. Tam da işte o kırılmaların olduğu, çatlamaların yaşandığı, toplumun ‘artık böyle biz daha ne yaşayacağız ki’ dediği noktada ortaya çıktı Gaip. Ve kahraman zamanda sıçrama yaparak başka bir yere gidiyor, çünkü bu oyunları seviyor. Başka bir dünyaya, başka bir uzama gittiğinde oradan konuşmaya başlıyor artık. Kürtçe nedir? Nasıl bir dil yapısına sahiptir? En umutsuz olduğun dönemde, her şeyin bittiğini varsaydığın dönemde neden üretmeye başlarsın?
“Kürt edebiyatçıların, okurlarının en iyi yönlerinden biri de okuma gruplarıdır. Edebiyat böyle gelişiyor. Başka olanağın yok, her yerde okuma grupları oluşuyor. Onlar senin kitaplarını satın alıyor ve bu kitapları okuyor. 10 ya da 15 kişi, daha fazla değil. Kitapları alıp okuyorlar ve sonra bağlanıyorlar. Sorular soruyorlar. İlginç bir anekdot, paylaşmak isterim.
Bir keresinde bir kadın skype ile bağlandı, elinde roman. Kürtçe konuşuyoruz. ‘Mamoste’ yani ‘hocam,’ dedi. ‘Ben sizin kitabınızı okumadım ama çok güzel yazdığınız söyleniyor. Teşekkür ediyorum.’ ‘Okuyacak mısınız,’ dedim. ‘Yani zor bir diliniz varmış. Öyle diyorlar,’ dedi. Sonrasında başka bir kadın çıkıp, ‘sizi şiddetle eleştiriyorum, kesinlikle Kürt kadınına haksızlık ediyorsunuz. Siyaseten korkunç bir şey yapmaya çalışıyorsunuz. Eziyorsunuz onları,’ dedi. Yanıt vermek durumundasınız, geçiştiremezsiniz böyle şeyleri. Bunlar önemli. Bunlar okunacak, yazılacak, üzerinden bir şeyler söylenecek.
“Kendi hatalarınızı, yaptığını şeyleri anlamaya çalıyorsunuz. Nasıl ezmeye çalışıyorum ben onları? Çünkü erkek kahraman daha çok konuşuyor. Ama diyorum bak ormandaki meseleyi anlamıyor musunuz? Diyaloglar çok çok önemli. Gaip bittikten sonra, havaalanına giderken ulaştı bana matbaadan. Yayıncım havaalanına getirmese kitabın çıktığını göremeyecektim.
Bir mütenalaştırma aracı olarak sanat
“Tam da bir şey yapmayacağımı bildiğim bir dönemde galerici arkadaşımla bir irtibatımız oldu, başka bir şeye başlayabilir miyim diye. Yeni bir umutsuzluk sergisi işte bu göç, göçmenlik, savaş, kıyımlar, geçişler, yeni diller, göçmen pornografisi üzerine. Bugünkü konuşmada da söyledim. Artık işlenen bir şey. Sanatçılar artık o kadar mütenalaştırıyorlar ki bu alanları. Olmamaları gereken bir yerdeler ve oradan iş çıkarıyorlar. Bunu Ai Weiwei yaptığında çok eleştirildi. Biliyorsunuz boğulan çocuğun boğulduğu yere gidip poz verdi. Bu çok tartışıldı mesela. Ne tür bir fotoğraf veriyor sanatçı? Ne yapmaya çalışıyor? Çünkü böylelikle dünyadaki çok önemli bir meseleye parmak bastığını söyleyebiliyor. Farkındalık yaratmak için yaptığını savunuyor ama her sanatçı zaten bunu söylüyor. Hayır farkındalık yaratmıyorsun. Pornografi yapıyorsun.
“Bu şöyle oluyor: Yaptığın işin bir müzeye, bir koleksiyonere gideceğini çok iyi biliyorsun. Üzerinden iş yaptığın o insanlara ne oluyor? Ben mesela arka planı hep merak ediyorum. Bir performans yaptım Suriye’den gelen bir sanatçıyla New York’ta. ‘Sana bir soru soracağım,’ dedim. Dedim ki: ‘Göçmenlerle ilgili çağdaş sanatta hep bazı belli işler yapılıyor. Ama eleştirel bir bakış yok. Sen de bir sanatçısın ve artık bir ülken olmadığı için bugün Amerika’dasın. Bursla yaşıyorsun burada. Yarın nerede olacağını bilmiyorum. Bir sanatçı benim gibi biri gelip sana dese ki: Senin şu hayatınla ilgili bir iş yapmak istiyorum. Ne dersin?’ Küfür etti tabii ki. Çünkü şunu çok iyi biliyor: Yaşadığım yerde ben hiç iş satamadım. Şam’da yaşıyordum, oradaki güzel sanatlar fakültesinden mezunum. Şu işleri yapıyordum ama hiç iş satamadım. Burada da açım. Amerikalılar benim işlerimi almıyor çünkü ilginç bulunmuyor.”
“Mesela Arapların yoğun olduğu bir mahallede sergi yapmak ne demek? Niye oraya sanat götürerek, alanı da mütenalaştırmaya çalıyorsun? Çünkü bu hep öyledir: Önce sanat gidiyor sonra yandaki binalar yıkılıyor ve başka şeyler yükseliyor. Başka bir şeye dönüşüyor orası. Ve Araplar yaşamıyor artık, çünkü başka yerlere gitmek zorunda kalıyorlar…
Estetik dayatması ve kültürel konformizm
“Canım sanatçılar da hep Kürt meselesini kullanıyor. Sanat eleştirisi meselesi tuhaf bir dille konuşuluyor. Estetik arıyor mesela işlerde. Çok tuhaf. Estetik üzerinden sanat okuması yapmaya çalışıyor. Oysa bana son derece tehlikeli bir bakış gibi geliyor. Çok üstten. Niye tarihsel bir bakış getiriyorsun ki bu çalışmalara? Bunları pekâla İnsan Hakları Derneği’nin ortaya çıkardığı raporlar gibi de okuyabilirsin. İllaki sanat olması gerekmiyor bunun. Tam da bu raporları destekleyen bir iş olarak da bakabilirsin bunlara. Hiç adına ‘çağdaş’, ‘güncel’ sanat deme. Böyle algılama. Nasıl bu işlerde estetik eksikliği mi varmış gibi yaklaşabilirsin? Henüz beni tanımıyorsun ki? Tanımadan nasıl böyle bir eleştiriyi getirebiliyorsun? Üstelik bu kadar yakınken sana?
“Ortak sergiler yapıyoruz. Bütün ortak sergilerde ‘Türkiyeli sanatçı’ diye geçiyorum. Biraz sıkıştırdığında ‘Güneydoğulu’ denebiliyor. Biraz daha sıkıştırdığında ‘Türkiyeli sanatçı’ deniyor. Yeni bir formül. Bu niye önemseniyor orada, o cenahta? Ama dilin de Türkiyeli çünkü. Eleştiri getirdiğinde de bunu yapıyorsun. Sanat tarihini kullandığında da bunu yapıyorsun. Estetik eksikliği yoksunluğu ne demektir? Bu sanatçıların estetiklerinin yoksun olduğunu mu söylüyor? Estetik bilgisine sahip olmadıklarını mı söylüyor? Hayır. Senin sanat tarihi bilgine sahip olmadıkları için ve onu takmadıkları için böyle. Çünkü sen bunun üzerinden eğitim geliştiriyorsun. Tam da bunun üzerinden.
[Adnan] Çoker söylüyor ya: Hakkâri’de sanat olmaz, İstanbul’da olur. Büyük sanat orada olmaz. Bu nasıl bir dil mesela? Tabii ki Hakkari’de sanat olmaz. Ama bunu söylerken ve bunu Çoker söylediğinde, bunu çok fazla yere çekmenize gerek yok. Bu çok açık bir şey aslında. Çok tepeden. ‘Onların işi değil, onlar bu işi yapamaz’ demek. Onların yapması gereken, ölmek, savaşmak işte...
Hâlâ soruluyor. ‘Sizin orda aşiretler?’ Ne aşireti? Aşiret mi var artık. ‘Namus cinayetleri,’ falan. Siz bizi tanımıyorsunuz. Mesela Batman’daki genç kız intiharları. Kaç tane tez yapıldı. Sonra bir anda kesildi, bir anda ama. Ne oldu? Filmler yapılacaktı, diziler yapılacaktı? Gittiler o kızları buldular, ailelerini buldular. Sosyologlar geldi. Avrupa’dan ve Türkiye’den sosyologlar araştırmaya çalıştı. Kadın hakları aktivistleri gitti. Sonra bir anda kesildi. Sanki yukarıdan bir ses şunu söyledi: ‘Bir daha yapmayın, yaparsanız ailenize zarar vereceğiz’ ve kesildi. Ama geride korkunç bir yıkım bırakarak. Korkunç bir yıkım ve bu yıkım aileden gelen bir yıkım değil. Hep “sevdiği erkeğe varamayacak onun için intihar etti” diye okuduk. Oysa yüz intihardan belki biri böyle olabilir.
“Niye bunu okuma meselesi bu dil üzerinden geliştiriliyor? Ekonomik, politik, kültürel, geri kalmışlık, bu sözcükler bu meseleyi çözmeye yetmiyor. Bu yüzden söylüyorum, Türkiye’de sosyoloji diye bir bilim yok. Türkiye’de hazcı bir sosyoloji var. Tamamen konformist ve devletçi bir sosyoloji var. Bu meseleyi çözemez. Bu benim umutsuzluğumu da çözemez. Çünkü başından itibaren yanlış bir yerden bakıyor. Keşke o dili kullanabilse. O dili kullanabilenler zaten sosyoloji yapabiliyor. Başka bir dil geliştirmeye çalışıyor.
“Sergi, umut ve umutsuzluğu, umudun artık işlemediğini, umutsuzluğun yeni bir kapı olabileceği olasılığı üzerinden konuşuyor. Retrospektif bir sergi diyebiliriz ama yeni işler de var. Tam da işte bu geçiş süreci üzerine, gerçi nereye geçtiğimi de bilmiyorum açıkçası. Geçiş süreci dediğim, ülkesiz olduğum, daha sert hissettiğim dönemde yaptığım işler bunlar. Diyarbakır’da üretilenlerle, Amerika’da üretilenler, Berlin’de üretilenler. Aslında bunlar sadece kentler üzerinden değil, bu o geçişleri de gösteriyor. Sergiyi bunun üzerinde kurduk ve en kapsamlı sergim oldu bu.
“Umutsuzken sanat yapılabiliyormuş. Bunu söyleyebilirim şu an. Çünkü inanılmaz verimli bir tarafı var umutsuzluğun. Böyle düşünüyorum. Bunu benim için umut yapmıyor. Tam da baktığım yer yapabiliyor. Bu şu an ayakta kalmama, söylem üretmeme, edebiyat yapmama, sanat üretmeme bir vesile olabiliyor.”