Muazzam Bir Ufuk Turu: Sanem Sirer’le 2019 Okumaları
Sanem Sirer, 13 Şubat 2019 akşamı "Edebiyat Konuşmaları"nda Kıraathane'nin konuğu oldu ve dinleyenlere ABD kitabevlerinin raflarında muazzam bir ufuk turu attırdı. Sirer'in konuşmasının tam metnini yayınlamaktan büyük mutluluk duyuyoruz.
İklimler: 2019 ve Kitapları
Şimdiki rüzgârlar yarının iklimini nasıl belirler? Ya da şöyle sorayım: Bugün yayımlanan, hatta yarın yayımlanacak kitaplar, hangi zamanın ürünüdür?
Doğrudan şimdiki zamanın içinde yaşanmaz,[i] en yenilikçi edebiyat eseri bile, diğer pek çok şeyin yanı sıra, kendinden önce gelen sayısız metnin kalıntı ve artıklarından oluşur[ii] – Terry Eagleton, Edebiyat Nasıl Okunur’da böyle diyor. Eagleton, yeni olan her şeyin değerli olmadığını ya da bütün geleneklerin illa tutucu olmadığını belirtiyor ve hikâyelerin, geleneksel anlamda hikâyelerin, bizi atalarımız kadar büyülemediğini de iddia ediyor. Ben, işin bu kısmına, hikâyenin eski hükmünü yitirdiği iddiasına katılmıyorum. Bugün burada, sizlerin karşısında kitaplardan, kültürel manzarayı belirleyen rüzgârlardan ve olaylardan bahsederken kitapların ekseninde gelişen bir hikâye anlatacağım. Kitapların sadece kendilerinden önceki metinlerin kalıntıları üzerine değil, zamanın manzarasına da konumlandıklarını öne sürerek, şimdi dediğimiz ânın kayganlığının farkındalığıyla... Kehanetlerde bulunma derdiyle değil, içinde bulunduğumuz zamana dair bir şeyler okuma çabasıyla. Dinlemek üzere burada olduğunuz için teşekkür ederim.
Bu akşam, 2019’da ses getirecek kitaplardan bahsedeceğim – bazıları, bu sene Türkçede de okuma şansı bulacağımız kitaplar olacak, bazıları, belki hiçbir zaman burada yayımlanmayacak. Bahsedeceklerim, kendi içlerinde, tanınmış yazarların beklenen eserleri ve seslerini bu yıl ilk defa duyacağımız yeni çıkış yapacak yazarların metinleri olarak ikiye ayrılacak; ben bunları ayrıca, belli motifler üzerinden gruplayacak ve temel arayışları açısından ele alacağım. Parametrelere dair bir not düşeyim: Bu değerlendirmenin çerçevesi dahilinde bahsedeceğim kitapların hepsinin özgün dili İngilizce; bakacağımız raflar, dünya yayıncılık endüstrisinin neredeyse üçte birlik dilimine sahip, dolayısıyla diğer coğrafyaların üzerindeki etkisi yadsınamaz olan ABD kitabevlerinin rafları olacak. Yeni senede yayımlanacak kitaplara odaklanacağım ama anacağım bazı kitaplar biraz daha eski ve salt 2019’un iklimini belirlemeleri açısından bu değerlendirmede yer alıyorlar; bazıları ise 2018’de yayımlandılar, fakat yarattıkları rüzgârlar, 2019’da ve sonrasında da hissedilecek. Zaman, az önce de belirttiğim gibi kaygan bir zemin ve biz, bugünün kitaplarına bakarken dünün kalıntılarını da görüyoruz. Amacım, 2019’u kitaplar üzerinden kronolojik bir kesit olarak ele almaktansa birtakım vurgulara kafa yormak ve bu süreç, dünü düşünmeyi de içeriyor... Bu süreç, kitapları, okundukları dönemlerin iklimleriyle bağdaşık düşünmeyi şart koşuyor. Bu yıl yayımlanacak pek çok kitabın içinden en “önemlilerini” seçip anlatmaktansa, öne çıkacak başlıkların arasından benim ilgimi çekenleri üretildikleri çağın manzarasına yerleştirmeye odaklanıyor.
Yayıncılıkla uğraşanlar bilir, şimdiyi dünün referansları üzerine inşa etmek, yeni kitapları eskilerin yanına konumlandırmak, sektörün bel bağladığı pratiklerden biridir… Kitap bültenleri, ta ne zamandır, geleceğin edebiyatını geçmişin eserleriyle, yeni yazarları eski yazarlardan referanslarla tanıtıyor; mesela bugün benim de burada bahsedeceğim, bu yılın en iddialı kitaplarından biri, şöyle bir sloganla anılıyor: Taht Oyunları, Afrika’da yeniden yazıldı.
Zamanın bizi aradığı yerdeyiz ve kitaplara bakıyoruz.
Şimdi.
İlk bölümümüzün başlığı: Hakikat Arayışları
"Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günüydü; saatler on üçü vuruyordu.”
Pırıl pırıl, soğuk bir nisan günü değildi ve saatin kaç olduğunu bilmiyoruz ama George Orwell’in bu cümleyle açılan romanı 1984, 2017 yılının Ocak ayında ABD’nin çoksatanlar listelerinde bir numaraya oturdu. Yarım asırı devirmiş bu romanın listelerdeki ani sıçrayışı herkesi hayretler içinde bırakmıştı. Zamanın içindeki bu noktada modern klasiklere belli bir ilgi vardı, doğru, fakat burada okurun ani talebi söz konusuydu. Yıl 2017’ydi ve 1984, listelerin tepesine kuruluvermişti.
Peki bu, nasıl olmuştu? Penguin USA yayınevinin halkla ilişkiler sorumlusu Craig Burke, 1948’de yazılmış bu romana talebin, Donald Trump’ın danışmanı KellyAnne Conway’in yaptığı basın toplantısının ardından geliştiğini kaydedecekti.[iii] Conway, basın toplantısında, aksine işaret eden somut kanıtlar bulunmasına rağmen alenen yalan söyleyen ve Trump’ın yemin töreninin şimdiye kadar görülmüş en kalabalık tören olduğunu iddia eden Beyaz Saray Basın Sözcüsü Sean Spicer’ı savunmuş ve Spicer’ın yalan söylemediğini, beyanının ‘alternatif gerçeklere’ dayalı olduğunu belirtmişti. Obama yönetimini eleştiren, asıl gerçeğin Obama’nın başarısızlığında yattığını söyleyen Conway, her gerçek için bir alternatif gerçek olabileceğini öne sürüyordu. Yeni dünya düzeni açısından karakteristik bir andı bu; hakikat sonrası dönemin başlangıcı… Orwell’in, 1948 yılında, dehşetli bir distopya kurgularken yarattığı Yeni Söylem’e, Çiftdüşün’e uygun bir açıklamaydı; iki art iki eşittir beş, hakikatin son nefesi.
Penguin USA’in açıklamasına göre romanın satışı, iki gün içinde yüzde dokuz bin beş yüz gibi bir artış kaydedecekti. Bu roman, yakın geçmişte bir kez daha gündeme gelmiş; Edward Snowden’ın, Amerika’nın tüm dünyada insanları gözetleyen istihbarat aktivitesine dair belgeleri sızdırmasının üzerine, listelerde bir numaraya çıkmasa da, kayda değer bir sıçrama göstermişti. Dahası da vardı üstelik; 1935’ten bu yana ilk defa yeniden basılan ve bir diktatörün yükselişini konu alan Sinclair Lewis romanı It Can’t Happen Here ya da Aldous Huxley’nin distopik klasiği Cesur Yeni Dünya, 1984’ün rüzgârıyla listelerde yükselişe geçiyordu; Hannah Arendt’ten Totalitarizmin Kaynakları, Amazon’un en çok satan kitapları arasında ilk yüzdeydi. Zamana aykırı gibi görünen bu veriler, sadece ABD’ye de özgü değildi söylenene göre; Trump’ın başkanlığa gelişiyle eşzamanlı olarak 1984’ün yurt dışı (Avustralya ve İngiltere) satışlarında da yüzde yirminin üzerinde bir artış kaydedilmişti. Tarihsel gerçeklere yanıt olarak gelişen bir refleks miydi bu kitapların yeniden gündeme gelişi, yoksa dünyanın hali karşısında kurmacada yanıt veya teselli arayanların tezahürü mü? Her ne ise, yaşadığımız dünyanın gerçekleri (ve alternatif gerçekleri) okuduğumuz kitapları belirliyordu. İki artı ikinin beş olduğunu söylemekle kalmayıp bunu bir güç gösterisi haline getiren zihniyet dünyayı yönetirken okur, bugünün gerçekliğini çağrıştıran anlatılara yöneliyordu. Amerika’da yabancı düşmanı, ırkçı, cinsiyetçi söylemleri belli bir kesimde huzursuzluk yaratan Trump’ın başkan seçilmesinden bir yıl önce, Almanya’da, İkinci Dünya Savaşı’nın sonundan bu yana yeni baskı görmemiş Kavgam’ın telifinin kalkmasıyla birlikte çıkan yeni edisyon birkaç hafta içinde Spiegel’in Çoksatarlar listesine girmişti. (Burada bir parantez açmalı, bu kitabın, özgün Kavgam metninin eleştirel bir basımı olduğunu söylemeliyim, ama bu ilgi, her bakımdan kaygı uyandırmıştı ve Avrupa genelinde yükselişte olan sağ kanat popülizmine dair bir bulgu olarak görülüyordu.)
2017, pek çok açıdan belli ezberleri yıkan bir seneydi – kurmacanın gerilediği ve kurmaca dışı metinlerin daha çok sattığı, siyasete ve siyasi figürlere dair kitapların her zamankinden daha fazla ilgi gördüğü bir dönemin başlangıcı. Yine bu süreçle bağlantılı gelişen MeToo dalgasıyla, sonraki aylarda, hem Paris Review’daki hem de FSG’deki pozisyonundan çekilmek zorunda kalacak olan Lorin Stein, yayıncıların siyasete kör kaldıklarını ve seçimlerle iyiden iyiye görünür hale gelmiş Beyaz Amerika’nın bağrından çıkma kahramanların edebiyatta kendilerine yeterli yer bulamadıklarını belirtmişti mesela.[iv] Varsayılan Trump seçmeni Beyaz Amerika’nın yaşam şartlarını ortaya koyan bir anı kitabı, Hillbilly Elegy, seçimin hemen sonrasında listelerde sıçrayıp Stein gibi hayıflananların beklentilerini karşılasa da, ilerleyen süreçte tam tersi gözlenecek, sağcı popülist söylemin genellikle hedef aldığı kimliklere sahip bireyler seslerini daha bir yükseltecekti. Artan baskı karşısında güçlenen bir refleksti bu; kurtarılmış bir alan olarak kitap sayfası, meşru muhalefet.
Hakikat arayışlarının hem kurmacada hem kurmaca dışında öne çıktığı, toplumsal kaygıların bireysel söylemlere yansıdığı bu dönemin bence en beklenmedik gelişmelerinden biri, New York Times’ın edebiyat eleştirmeni Michiko Kakutani’nin köşesini bırakıp Trump ile mücadele etmek üzere kalemi eline alması ve Hakikatin Ölümü: Trump Çağında Yalancılık Sanatı adlı kurmaca dışı bir kitap yazacağını açıklaması oldu. (Kitap, geçtiğimiz günlerde Doğan Kitap tarafından yayımlandı.) Kitap eleştirileriyle tanınan Kakutani, Hakikatin Ölümü’nde George Orwell, Margaret Atwood, Aldous Huxley gibi distopya ustalarından David Foster Wallace’a, Tom Wolfe’a uzanıyor ve edebi referanslar eşliğinde nesnel gerçeklik zemininin yitimini, Trump’ın başkanlığa yürüdüğü süreci ele alarak onun söylemlerini Hitler ile kıyaslıyordu. Bir romancı, diyordu eski edebiyat eleştirmeni Kakutani, eğer Trump benzeri bir kötü adam yaratsaydı ve onu böyle egoist, böyle cahil, böyle yalancı, böyle önyargılı, böyle acımasız bir demagog olarak kurgulasaydı, yeterince inanılır bir kahraman yaratmadığı için eleştiri alırdı. Hakikatin kurmacayı solladığı noktaydı bu, ne var ki hakikat, evvelden bildiğimiz manasıyla hakikat olmaktan çıkmıştı. Öyle saçma, öyle mantık dışı bir zaman dilimiydi ki, 2019’un merakla beklenen kitapları arasında yer alan ve yine bir gazetecinin kaleminden, başta New York Times olmak üzere uzun yıllar çeşitli yayın organlarında çalışmış Jill Abramson tarafından yazılmış olan Merchants of Truth: The Business of News and the Fight for Facts yayımlanıyor, ancak raflara iner inmez kitabın bazı bölümlerinin farklı yerlerden “aşırıldığına” ilişkin iddialar ortaya çıkıyordu. Dijital ortamın kaygan zemininin gazetecilik geleneğini zayıflattığını savunan bir duayenin tam da eleştirdiği pratiklerle okurun karşısına çıkması yetmezmiş gibi, Abramson kendi kitabını savunarak başkalarının özgün fikirlerini aşırmadığını, onları “ödünç aldığını” söyleyecekti. Son baktığımda, yani bir ya da iki gün önce, CNN’deydi ve tanıtım söyleşilerine devam ediyordu.
Bugün, 1984, liste başı olmasa da, halen çoksatar listelerinde. Merchants of Truth’u da Google’da ararsanız, yılın en çok beklenen kurmaca dışı kitaplarını içeren listelerde bulacaksınız.
Direniş Arayışları
Soralım öyleyse: Bugün yayımlanan bir kitabın ömrü ne kadardır? Dubravka Ugresiç, günümüzün yayıncılık sektörüne hâkim eğilimleri eleştirdiği Okumadığınız İçin Teşekkürler’de bir kitabın ömrünün “kâğıt bakterisi onu daha önceden mantara dönüştürmezse barış zamanında otuz yıl (savaş zamanında daha az)” olduğunu söylüyor. Ugresiç’in bahis konusu kitabının Türkçedeki ömrü daha kısa sürmüş olabilir, zira bir süredir baskısı yok – ömür derken kast edilen, raftaki ömür ise bu kitap çoktan öldü, öte yandan savunduğu fikirleri bugün anıyor olmamız, bir yaşam ışığı bıraktığına delalet. Ugresiç fazlaca karamsar bir tavır sergiliyor olabilir, fakat dikkat çekmek istediği noktayı atlamayalım; o da günümüzün gürültü dolu dünyasında çok fazla kitabın üretildiği ve bunlardan bazılarının hiçbir zaman okuruna ulaşamadığı, dolayısıyla ömürlerinin, üretildikleri malzemenin ömründen ibaret olduğu. Ugresiç’in göz ardı ettiği bir şey var ki o da kitapların, günümüzün giderek değişen ve huzursuzluk veren dünyasında olağan pazarlama dinamiklerinin çizdiği çerçevelerin dışına taşabildiği ve kültürel hakikatlerin yarattığı zeminlerde, zamanın manzarasında yeşerebildikleri…
Terry Eagleton, ki kendisini söze başlarken anmıştım, klasiklerin, değerleri hiç değişmeyen değil, zamanla yeni anlamlar üretebilen eserler olduklarını söylüyor. Yaşlanan Rock yıldızları kendilerini yeni dinleyicilere nasıl adapte ediyorlarsa, onlar gibi yeni okumalarla değişip dönüşebildiklerini[v]… Margaret Atwood imzalı Damızlık Kızın Öyküsü’yle olduğu gibi. 1984 yılında yazılmış bu roman, ABD’de 2017’nin en çok satan kitabı haline geldi[vi] ve global bir furyanın başlamasına önayak oldu: önce Amerika’da, ardından tüm dünyada yayıncılar, güçlü kadın kahramanların yer aldığı romanlara ve tabii distopik metinlere yöneldiler, distopyaların bugünün manzarasını anlatmaya son derece uygun olduğunu fark ettiler. Margaret Atwood, on yıllar önce yazdığı romanın yarattığı rezonansın tadını çıkaracak, romanın sloganı, iktidardaki cinsiyetçi söylem karşısında yeniden çınlayacaktı: Nolite te bastardes carborundum (O piçlerin seni un ufak etmesine izin verme.) Margaret Atwood, Damızlık Kızın Öyküsü’nde kurguladığı kadın bedenine hükmeden faşist dünya düzenini tahayyül ettiğinde seksenlerde, Batı Berlin’de yaşıyordu; bugün artık Batı Berlin’i çevreleyen bir duvar yok ama ABD ile Meksika arasına bir duvar inşa etmek isteyen, kadın düşmanı söylemleri ve eylemleriyle sürekli gündeme gelen bir dünya lideri ve sağda solda, popülist söylemleriyle kadın düşmanlığıyla oy toplayan sürüyle lider var. Protesto amaçlı sokaklara dökülen insanlar, bilhassa kadınlar, Trump’ın seçim sloganına (MAGA) gönderme yapan bir slogan haykırıyorlar (doğrudan çeviri biraz tuhaf geliyor kulağa, mazur görün): “Margaret Atwood’u yeniden kurmaca haline getir!”
Seksenine merdiven dayamış bir yazarın zamanı böyle bükebilmesi, Kırk Yaşın Altında Yirmi Yazar’dan Otuz Beşin Altında Beş Yazar’a varan çeşitli seçkileriyle her fırsatta gençliği öne çıkarmayı seven, yeni olanı vurgulamaya bayılan bir endüstride kırk yılı aşkın bir süre önce yazılmış romanlarıyla gündeme gelmesi, gündeme gelmekle kalmayıp gündemi üretmesi, gerçekten de takdire şayan – romanın TV uyarlaması, kadın haklarının yeniden, cinsiyetçi söylemleri karşısında dehşete düştüğümüz dünya liderlerinin gölgesinde savunulması söz konusu olmasaydı eğer, bunca ilgi görür müydü, bu da tartışmaya açık tabii, fakat madem bu yılın kitaplarından bahsediyoruz, bu senenin önemli kurmaca eserlerinden birinin 2019 sonbaharında yayımlanacak The Testaments olduğunu ve Atwood’un, Damızlık Kız’ın sonrasını, romanın bitiminden on beş yıl geçtikten sonraki dönemi kaleme aldığını belirteyim. Şimdilik konusu sır gibi saklanan Testaments, Offred’in minibüse biniş anıyla belirsiz bir biçimde sonlanan öykünün on beş yıl sonrasından devam ediyor; Atwood ise, büyük ilgi göreceği tahmin edilen bu romanda, günümüz dünyasından ilham aldığını belirtiyor.
Atwood’dan ilham almış mıdır bilinmez, henüz yayımlanmadan belli bir beklenti oluşturan 2019 romanlarından biri, benzer bir tematik evrende geçiyor... Atwood ile göbek bağı bulunan bu romanın adı The Farm;[vii] yazarı, Joanne Ramos. Hakları milyon dolarlık bir meblağ karşılığında kapalı artırmayla Bloomsbury tarafından satın alınan roman, bir süre bankacılık yapmış yazarın ilk kitabı ve ekonomik eşitsizlikler üzerinden para karşılığı taşıyıcı annelik yapan bir kadının öyküsünü ele alıyor. The Farm’ın kurmaca evreninde damızlık kadın olmak, Atwood’un distopik tahayyülündeki gibi dayatılan bir olgu değil, dokuz aylık, meşru bir mesai; karşılığında yüklü bir ücret alınan, ama belli kurallara uyulması gereken bir iş. Filipin asıllı Joanne Ramos, göçmen bir kadın kahramanı merkeze yerleştirdiği bu ilk romanında distopik bir evren kurmuyor, yine de her şey, belki çaresizlikten, bir parça bilim kurgu havası taşıyor.
Margaret Atwood’la başlayan feminist distopya vurgusunun bu yıl karşımıza çıkacağı bir diğer iddialı kitap, Sophie Mackintosh’tan The Water Cure.[viii] Büyük bir ekolojik felaketin sonrasında bir adada, izole yaşayan üç kız kardeşe odaklı bu roman, Kral isimli baba karakterinin ortadan kaybolarak onları, pek çok bakımdan toksik bir ortamda yalnız bıraktığı yerde başlıyor. Bu romanın evreninde dünya fena halde kirletilmiş ve bunun suçlusu, erkekler, erkeklik; onlardan korunmak ise hayati bir kaygı. Mackintosh, romanı yazdığı günlerden bahsederken ilkin feminist bir metin ortaya koyma niyeti taşımadığını, fakat o sıra erkek egemen bir toplumda yaşayan bir kadın olarak büyümeye, büyüme sürecine dair çokça düşündüğünü söylüyor. Bu noktada doğrudan alıntı yapacağım, zira anlattıklarını ikinci elden tekrarlamaktansa onun kelimeleriyle yinelemeyi tercih ederim: “O esnada Brexit süreci gelişiyordu etrafımda, Trump iktidara yürüyordu, insanlar, çoktan reddedildiği düşünülen gerici fikirleri açıkça ifade eder olmuştu. Metroda, gece kulüplerinde ya da sokakta erkekler kadınları taciz ediyordu; belki hep olagelmişti bunlar ama ben derim soyulmuşmuş gibi hissediyordum, konuştuğum başka kadınlar da öyle, sabrımızın taştığı noktadaydık hepimiz. (...) Her şey, tek bir büyük soruyu doğuruyormuş gibiydi: Bizden bu kadar çok nefret eden bir dünyada kadın olarak nasıl yaşayacağız?”[ix] Mackintosh, feminist distopya metinlerinin hemen her zaman geçmiş ya da şimdiyle belli bir bağlarının bulunduğunu ve aşırı sağın ya da kimi dini kesimlerin kadınlara halihazırda distopyaları çağrıştıran kısıtlamalar getirdiğini belirtiyor. Ona kalırsa, bu tarz metinlerin gördüğü ilgi, hem anlatılanların bugünün dünyasında güçlü bir karşılığı olduğundan hem de, belirsiz bir gelecekte karşılaşılabilecek, olası sorunları gözler önüne sermelerinden kaynaklanıyor.
Bir kitabın ömrü ne kadardır diye sordum ve güçlü kadın kahramanlara odaklı üç roman ile devam ettim söze: Margaret Atwood’dan The Testaments, Joanne Ramos’tan The Farm ve Sophie Mackintosh’tan The Water Cure... Kadınlara ve kadın kahramanların merkezinde yer aldığı kitaplara konuşmanın devamında bir kez daha değineceğim ama Damızlık Kızın Öyküsü ile açtığım Atwood parantezini kapatırken, 1984’te yazdığı bir romanla şimdiki zamanın kültürel atmosferinde kendi rüzgârını estiren Atwood’un Katie Paterson’un Gelecek Kütüphanesi projesi için yüz yıl sonra gün ışığına çıkarılıp yayımlanacak ilk metni yazdığını ve bu metnin, 2015’ten bu yana, proje kapsamında her yıl eklenen diğer metinlerle birlikte muhafaza edildiğini de, hazır kitapların ömürlerinden bahsetmişken ekleyeyim. Gelecek Kütüphanesi, yüz yıl sonrasında, 2115’te bu metinleri birer zaman kapsülü olarak açılmak ve ancak o zaman, matbu olarak yayımlamak üzere saklayacak – Atwood, belki de neden bahsettiğimizi anlamak için paleo-antropologlar inceleyecek metinlerimizi demiş, kim bilir belki de, Offred’in öyküsü nasıl yazımından kırk yıl sonra yeniden önem kazandıysa, bu metinler de, o dönemin gerçekliğinde kendilerine ait bir titreşim yakalayacak ya da zaman makinesi gibi bir işlev görmenin haricinde, herhangi bir bağlama oturmayacak.
Belki de, edebi değer bir yana, sosyolojik birer veri gibi, ait oldukları zamanın aynası misali ele alınacak.
Dünya Arayışları: Mitolojiden Geleceğe
Dünya edebiyatından söz ettiğimizde neden söz ederiz? Bu sorunun yanıtı, akademiye mesafenize bağlı olarak değişir. Yerel sorunlarımızdan bağımsız, kültürler üzeri ortak edebi paydalarımız var mıdır ve bunlar neye göre, nasıl belirlenir? Dünya edebiyatı kavramına karşı çıkan Tim Parks, “kendi kültüründeki insanların doğrudan yaşantısına bağlanmaktan çok dünya karışımında batmadan yüzebilecek bir şey yaratmanın yolunu öğrenmek için”[x] uğraştığını söylüyor pek çok yazarın. Global bir fenomen olarak popüler kültür, internet çağının hızı ve ortak dili (İngilizce) aynı şeyleri tüketen kitleler yaratıyor öte yandan;
Benedict Anderson’ın hayali cemaatleri misali, dünya cemaatleri oluşuyor ve her yenilikle yok olup küllerinden yeniden doğuyor; salt Amazon ya da Netflix gibi devasa organizmalar, uluslararası esip gürleyecek şiddetli rüzgârlar yaratıp global kültürel manzarayı şekilliyor. ABD’de geçen yılın en çok satan kitabı olan Michelle Obama imzalı Becoming’in İran’da on yedi baskı yaptığı haberi, USA Today’in sitesinden yayılıyor dünyaya; Doğu Avrupa menşeili vampirler, Hollywood’dan sıçrayıp dünyaya açılıyor. Merkez ile periferi, asimetrik bir ilişki içinde olsa da, diyalog kuruyor.
Diyalog demişken; kitap raflarındaki manzarayı şekilleyen ve dünya edebiyatının çepeçevre yayılmasına önayak olan yayıncılık profesyonelleri için merkez, bu sektörün en büyük buluşma noktası olan Frankfurt Kitap Fuarı; fuar, bahsettiğim bu global rüzgârların doğduğu, merkezin periferiye ya da periferiyle konuştuğu ana nokta aslında. Dünya edebiyatı teriminin ilk kullanımı da Frankfurt doğumlu bir yazara, Johann Wolfgang von Goethe’ye ait. Goethe 1827’de, öğrencisi Eckermann ile yaptığı sohbette ortaya atmış bunu ve şöyle demiş: “Şiirin insanlığın evrensel malı olduğuna inancım her geçen gün daha da artıyor… Milli edebiyat artık anlamını yitirmiş bir terim; dünya edebiyatının çağı gelip çatmak üzere. Herkes bu gelişi hızlandırmak için uğraşmalı.” Goethe’nin yirmili yaşlarında kaleme aldığı, bugünün tabiriyle viral tabir edilecek bir etkiye yol açan romanı Genç Werther’in Acıları’nın, Avrupa’nın uluslararası ilgi gören ilk çoksatarı sayıldığını düşünürsek, böyle bir ideali dile getirmesine şaşmamak gerek. Bugün, bu devirde, Werther gibi bir etki uyandıran kitaplar, fuarların gözdesi haline geliyor, farklı dillere aktarılıp tüm dünyada okunuyor, sonra da sinemaya ve diğer formatlara geçiriliyor. Kimi kitaplar, yayımlanmalarından uzun süre önce, henüz okunmadan belli bir heyecan yaratıyor ki bu noktada anacağım da hem yayımlanmadan evvel epey ilgi çekmiş, hem de sinemaya uyarlanacağı haberinin raflara inmesiyle neredeyse eşzamanlı duyulduğu bir kitap: Marlon James’ten Black Leopard, Red Wolf.
Black Leopard, Red Wolf, 2015 yılında yayımlanan A Brief History of Seven Killings adlı romanı ile Man Booker’a layık görülen Jamaika doğumlu Marlon James’in Black Star Üçlemesi adını verdiği distopik projenin ilk kitabı: James, Afrika mitolojisiyle folklorunu fanteziyle iç içe geçirdiği bu romanda kayıp ve gizemli bir çocuğu arayan kahramanın izinde ilerliyor ve yoluna cadılar, şekil değiştirenler, vampirler ve bunlar benzeri pek çok fantastik canlı çıkıyor. Afrika topraklarında geçen bir Taht Oyunları olarak duyurulan ve Marvel evreniyle de ilişkilendirilen Black Leopard, Red Wolf, geçtiğimiz hafta yayımlandı ve yayımlanmasından hemen sonra film haklarının Warner Bros tarafından satın alındığı duyuruldu. Hatırlarsınız, Kazuo Ishiguro da fantastik bir roman yazdığında janrı yeterince edebi bulmayanların eleştirilerine hedef olmuştu, James de, fantastik romanın edebiyatıyla bağdaşmadığını düşünen bir gazetecinin sorusuna, Margaret Atwood’dan bir alıntıyla yanıt vermiş ve mitoloji sayesinde insan doğasının bin yıldır aynı olduğunu bildiğimizi ve bir okur olarak, yaşımız ilerledikçe masalların, mitlerin, efsanelerin ve sihirli yaratıkların dünyasını terk etmemiz gerektiği düşüncesini reddettiğini söylemiş. James, Gabriel Garcia Marquez’den Toni Morrison’a kadar pek çok yazarın fantastik olanı irdelediğini eklerken bu janr değişikliğinin kendisi için eve dönüş niteliği taşıdığını da belirtmiş.
James’in üçlemesinin son iki yıldır durgun olan genç yetişkin janrını canlandırıp canlandırmayacağını, çığır açıp açmayacağını zaman içinde göreceğiz; vampirlerden meleklere, meleklerden deniz canlılarına fantastiğin her unsurunu tüketmiş, oradan erotikaya ve kıymeti bilinmemiş modern klasiklere uzanıp ardından da bugün bahsettiğim güçlü kadın kahramanlar, distopik tahayyüller ve kimlik anlatılarına odaklanan son on yılın kitap trend’leri, Marlon James’in Afrika malzemesiyle kaleme aldığı Taht Oyunları’nı fantastikte yeni bir nefes olarak değil, kimlik arayışları bayrağı altında değerlendirebilir. Zamanın ruhu bunu gerektiriyor zira... Afrika mitolojisinden beslenerek fantastik edebiyata girişen en prestijli yazarlardan biri olsa da, ilk yazar değil elbette ki öte yandan Marlon James. Afrikanfütürizm denince akla ilk gelen, Nijerya kökenli yazar Nnedi Okorafor. Okorafor’un Türkçedeki ilk kitabı, geçtiğimiz haftalarda yayımlandı; bu yılın ikinci yarısında ise yaşamı ve yazınından bahsettiği kurmaca dışı metni Broken Places & Outer Spaces yayımlanacak; ayrıca Binti üçlemesi yeni bir öykü kazanacak. Okorafor, Afrika doğumlu olmayan Marlon James’in Afrika inanışları ve söylenceleriyle yoğurduğu yeni kitabına belli bir mesafeyle yaklaşıyor ki bu da, şaşırtıcı değil, Marlon James, ise, daha önce asla bir göçmen romanı yazmayacağını belirtmiş mesela, Büyük Amerikan Romanı diye bir şey de olamayacağını, onun yerine Büyük Amerikan Nevrozu’ndan ya da Amerikan Aşağılık Kompleksi’nden bahsedilmesi gerektiğini söylemiş[xi]. Öte yandan ağırlıklı olarak ölü beyaz adamların eserlerinden oluşan bir kanonun gölgesinde farklı sesleri, farklı dünyaları anımsamak, çok sesli bir gelecek tahayyül etmek, başlı başına bir direniş, onu teslim etmek gerek.
İktidar Arayışları: Kimlikler, Bayraklar, Paylaşılan Alanlar
Direniş Arayışları başlığı altında yer alan kadın odaklı metinlerden ve Alternatif Dünya arayışlarından bahsettim; bu noktada iktidar söylemlerini sarsan kimlik odaklı anlatılara döneceğim. Bu bölümün girişinde Zadie Smith’i anmak ve gazetecilerin ve yazarların bugünün dünyasındaki görevinin olan bitenin normalmiş gibi gösterilmesine, normalleştirilmesine karşı savaşmak olduğunu söylediğini belirtmek isterim. Smith, 2018 yılında yayımladığı Feel Free’nin önsözünde insanın unuttuğu bir özgürlük için mücadele edemeyeceğini söylüyor. Ben de İktidar Arayışları başlıklı bu bölümde bireysel meselelerini dillendirerek azınlık karşıtı siyasi söylemlere karşı duran metinlerden bahsedeceğim.
2019’un ses getirecek kitaplarından biri, Amerikan edebiyatının yaşayan en önemli yazarlarından birinden, Toni Morrison’dan gelecek: The Source of Self Regard. Kurmaca-dışı yazınla ilgilenmediğini belirmiş yazarın bize yaptığı bir sürpriz bu ve Morrison’ın denemelerini, diğer kurmaca-dışı metinleriyle bir araya getiriyor. Morrison, Amerikalıların ülkedeki hızla çeşitlenen etnik ve kültürel manzaraya karşı paniğe kapılarak oy verdiklerini ve Ku Klux Klan bağlantılı bir lideri başkanlığa bu nedenle seçtiklerini belirtmiş; bu kitapta Morrison, 11 Eylül’den Martin Luther King’e, James Baldwin’e ve kendi köklerine uzanarak bir romancı olarak arka planını resmediyor ve çağın kültürel iklimine dair tavrını ortaya koyuyor. Morrison, günümüzün edebiyatını eleştirirken pek çok romanın özgönderimsel olduğundan da yakınıyor. Uzun yıllar Random House’ta editörlük yapan ve pek çok siyahi yazarın yayımlanmasına ön ayak olan Morrison, siyahlar için yazdığını söylüyor, Tolstoy nasıl Lorain, Ohio’da büyüyen 14 yaşındaki siyahi bir kız çocuğu için yazmadıysa kendisinin onlar için, siyahlar için yazdığını... Ve ABD’nin, kölelik pratiği olmasaydı, dünyada bugün sahip olduğu ekonomik ayrıcalığa sahip olamayacağını, bunun unutulmaması gerektiğini ekliyor[xii].
Doksanına ilerleyen Morrison, çağdaş edebiyatta bir köşe taşı muhakkak; Atwood nasıl bir köşe taşıysa, Morrison da öyle. Kölelik ve köleliğin bugüne bıraktığı miras ise, özellikle son yıllarda, edebiyat aracılığıyla yeniden ele alınan ve tartışılan bir mesele. Geçen yılın, 2018’in en önemli kitaplarından biri Zora Neale Hurston’ın yazımından 87 yıl geçtikten sonra yayımlanan antropolojik metni Barracoon’du ve bu metin, Hurston’ın, antropolojinin en önemli isimlerinden biri sayılan hocası Franz Boas’in yönlendirmesiyle Alabama’da, ufak bir kasabada yaşayan Cudjo Lewis (Oluale Kossualo) adlı kişiyle yaptığı görüşmelerden oluşuyordu. Lewis, Clotilda adlı köle gemisi ile 1860 yılında Atlantik sularını aşarak zorla Amerika’ya getirilen son Afrikalılardan biriydi ve Hurston’ın sözlü tarihe dayalı metni, altın değerindeydi. Ne ki bu değer, on yıllar boyunca teslim edilmemiş, Hurston’ın metni, Cudjo Lewis gibi unutuşa terk edilmişti. 2018’e değin.
Köleler ve köleliğe dair anlatıların daha bir göz önünde olmasının Ferguson gibi büyük kolektif tepki ile karşılanan olaylar ya da organize ırkçılık vakalarındaki yükseliş ile de bağlantılı olup olmadığı tartışmaya açık; her halükârda bizler siyahilerin sömürülme geçmişine dayanan metinleri bu olayların gölgesinde okuyoruz. Bu metinler, halihazırda, belli bir tarihsel gerçekliğin ürünü ve parçası. Siyahilerin deneyimi, edebiyatta sadece Morrison’un bayrağı altında konumlanmıyor tabii… Son yıllarda bu konuyu ele alanlar arasında en çok öne çıkan yazarlardan biri, Colson Whitehead. Whitehead, Nickel Boys’da[xiii] bu defa daha yakın geçmişe, 60’lı yıllara uzanıyor ve yine tarihsel olaylardan yola çıkarak, Amerika Budur, diyor okuruna; onun rüyası birilerinin kâbusu üzerinde yükselir. Whitehead’in romanıyla paralel okunabilecek bir başka kitap daha var: Emily Bernard imzalı Black is the Body. “Anneannemin, Annemin ve Benim Zamanımdan Hikâyeler” gibi bir altbaşlığı olan kitap bir anı kitabı ve başlangıç noktası, yazarın, Yale’de öğrenciyken girdiği kafede boynuna dayanan bir bıçakla saldırıya uğrama anı. Bernard, bu şiddet deneyiminin ona bir kapı açtığını ve kendi zihninde, ırk dinamiklerine dair bir metafor işlevi gördüğünü belirtmiş.
Bugünün gerçekliği dediğimizde tam olarak neden bahsediyoruz ya da bugünün dünyası diye bir şey var mı, böyle bir şey mümkün mü? Deneyimlerimiz her ne kadar kimliklerimiz ve ait olduğumuz, ait olmayı seçtiğimiz kültürler üzerinden çeşitlense de iktidar söylemleri bu parçalı coğrafyayı birleştiriyor. 2019’un heyecan uyandıran romanlarından biri, yazarlığının yanı sıra eylemci kimliğiyle öne çıkan bir isim: Valeria Luiselli. Luiselli, Meksika sınırına duvar örme gibi bir fanteziyi gerçeğe dönüştürmeye çalışan ve bu yıl seksen bin çocuğu kayıt dışı göçmen olmaları gerekçesiyle kafes benzeri alanlara tıkmış bir liderin gölgesindeki topraklarda ilk defa orijinal dili İngilizce olan bir roman ile çıkıyor okurunun karşısına: Lost Children Archive.[xiv] Roman, çocuklarıyla bir araba yolculuğuna çıkan bir ailenin üzerinden Amerika’nın sancılı geçmişini ve sorunlu şimdisini ele alırken göçmenlerin ve azınlıkların uğradığı kayıplara odaklanıyor. Ve bir de tabii, geride kalanların… Yine Meksika sınırı dolaylarında geçen bir başka roman, American Dirt, 2020’de okuruyla buluşacak. Jeanine Cummins imzalı bu roman, Meksika’da bir uyuşturucu kartelinden kaçmaya çalışan bir anne ve çocuğunu konu alıyor.
Yabancı düşmanlığının hortladığı, ırkçı söylemlerin ve faşizmin yeniden yükseldiği bu dönemde, azınlıkların kendilerine ait alanları he zamankinden daha görünür bir biçimde sahiplenmeleri, kimlik anlatılarının bir adım öne çıkması olağan. Bu yılın merakla beklenen kitaplarından biri, bir şaire, Ocean Vuong’a ait – Vuong, On Earth We Are Briefly Gorgeous adlı ilk romanında, annesine odaklı kişisel aile geçmişi üzerinden bir göçmen romanı kurguluyor. Vuong’un romanındaki kadın kahraman vurgusuna sahip bir başka roman, Atlas of Reds and Blues da, bu senenin önemli çıkışlarından biri gibi duruyor; yazar Devi S. Laskar, bu ikinci kuşak göçmen romanında kimlik bilinciyle yoğrulmuş bir hikâye anlatıyor. Laskar’ın kitabı, yine kimlik meselelerine kafa yoran Mira Jacob’ın grafik romanı Good Talk: A Memoir in Conversations ile ya da Paul Beatty’nin izinden gittiği söylenen Maurice Carlos Ruffin romanı We Cast a Shadow ile paralel okunabilir. Yılın merakla beklenen kitaplarından biri olan We Cast a Shadow, Ruffin’in ilk romanı ve ırksal niteliklerin estetik prosedürlerle değiştirilebildiği yakın bir gelecekte, siyahi bir baba ve melez oğlunun ekseninde gelişiyor.
Çağın Şarkısı: Viral, Toksik ve Yeni
2019 henüz taze taze uzanıyor önümüzde; ama yılın ilk büyük edebiyat skandalı çoktan patladı bile: çoksatan Penceredeki Kadın’ın editörlükten gelme yazarı Dan Mallory, New Yorker’da yayımlanan bir makaleyle, “ifşa” oldu. Ian Parker imzalı makale, kitabında A J Finn mahlasını kullanan, fakat kimliğini gizlemeyen yazarın patolojik bir yalancı olduğu ve yakın çevresindeki hemen herkesi aldattığına, dolandırdığına, hatta kitabının konusunu “arakladığına” dair Penceredeki Kadın’ı sollayacak denli heyecanlı ve ayrıntılı bir analiz sundu. Penceredeki Kadın, güçlü kadın kahramanlara yönelik ilginin arttığı noktada, Kayıp Kız ve sonrasındaki Trendeki Kız’ın peşi sıra, Hitchcock’u anıştıran prensipler doğrultusunda yazılmış ve Mallory’nin önceki yılın çoksatarlar listelerinin gediklileri arasında yer almasını sağlamıştı. New Yorker’a göre Mallory, pek çok kişiye kanser olduğuyla ilgili ayrıntılı yalanlar uydurmuş, beyninde bir tümörle yaşadığını iddia etmiş, çalıştığı yayınevlerini dolandırmış, depresyon geçmişine dair uydurmaca bir hikayeyle okurlarının karşısına çıkmıştı. New Yorker’da yayımlanan ve yazarı ifşa eden makale tüyler ürpertici olsa da Mallory’nin yayıncısı Harper Collins, geçen hafta, yazarın ikinci romanına dair yayın planlarının iptal edilmediğini, Mallory’nin yeni kitabının 2020’de okurla buluşacağını duyurdu. Başka yazarlar, James Frey ya da JT LeRoy gibileri, çok da uzak olmayan bir geçmişte kim olduklarına dair yalan söyledikleri anlaşıldığı için edebiyat dünyasında dışlanmış, kenara itilmişlerdi; 2003 yılında yayımlanan ve yazarın bir bağımlı olarak geçen zorlu yıllarını anlatan A Million Little Pieces’ın gerçek olaylara dayanmadığının anlaşılması, Oprah’ın Kitap Kulübü’nden başlayarak kapıların bir bir James Frey’in yüzüne kapanmasına yol açmış; Laura Albert, metinler son derece sağlam olsa da yarattığı düzmece JT LeRoy persona’sının enkazından asla çıkamamıştı; fakat alternatif gerçekler çağında yalancılık ya da dolandırıcılık, o kadar da ağır suçlar olarak görülmüyordu belli ki… 2018’in en iyi çıkış yapan yazarı olarak geçen Mallory, 2020 konusunda da iddiasını sürdürüyordu.
Mallory’nin toksik karakteri hakkında daha çok konuşulacağını düşünüyorum… Öte yandan 2019’un kitaplarından bahsederken, toksik bir erkekle genç bir kadının kısa ilişkisini konu alan Cat Person adlı viral öyküsüyle New Yorker sayfalarından taşıp birkaç milyonluk bir kontrat imzalayarak ilk öykü kitabını çıkaran Kristin Roupenian’ın You Know You Want This’ini anmadan geçmeyelim isterim. Roupenian, Cat Person’da kadınlara ve erkeklere fazlaca tanıdık gelen dinamikler doğrultusunda anlamsız ve tutarsız bir ilişkiyi ele alıyordu; kafası karışık ve onay ihtiyacı içinde bir genç kadın, öfkeye yatkın ve doğru söyleyip söylemediği anlaşılmayan bir adam ve bu ikisinin, bir çift olarak geçirdiği kısa, eğreti, sancılı süreç. Nasıl olduysa öykü, öyle bir damara dokunmuştu ki derginin dijital tarihinde en çok okunan şey haline gelmiş, özellikle kadınlar, belli bir sosyoekonomik sınıfa mensup heteroseksüel kadınlar, burada çok tanıdık bir duygu ile yüzleştiklerini bildirmişti: Margaret Atwood, yine imdada yetişiyordu, zira onun dediği gibi, “erkekler kadınların onlarla alay etmesinden, kadınlarsa erkeklerin onları öldürmesinden korkuyordu” ve bu, bu öyküde, gayet belirgin bir biçimde hissediliyordu. Cat Person, MeToo ile sarsılan mecralarda rızaya ve rızanın ne demek olduğuna dair fazlasıyla tanıdık ve sorunlu bir yerlere çıkan kapıları aralamıştı. New Yorker’ın dijital hayata geçişinden sonraki yaşamında Roupenian’ın öyküsünden hemen sonra en çok okunan makale, Ronan Farrow imzalı olup Harvey Weinstein’ın sistemli taciz ve tecavüz geçmişini ifşa eden makaleydi.
Roupenian’ın öykülerinden oluşan koleksiyon, You Know You Want This, bu yılın başında yayımlandı ve beklentiyi şimdilik karşılamadı. Kitap, halen 2019’un en büyük projeleri arasında yer alıyor ama okuru derinden sarsmaksa mesele, bu öyküler, öyle bir bağlam kazanmadı henüz. Bundan ziyade, milenyumun başında çocuk ya da ergen olan kuşağın ilişki kurma biçimlerini gözler önüne seriyorlar ve doğrusunu söylemek gerekirse, biraz düzler.
2019’un öne çıkacak kitapları listesi haliyle uzun ve bugün ben, burada, sizlere kendi perspektifim doğrultusunda seçtiğim bir liste sunmaya çalıştım. 2019, tıpkı bir önceki yıl gibi, sesli içeriğin rağbet gördüğü, sesli kitapların öne çıkacağı, podcast içerik sağlayıcılarının kitap projelerinde karşımızda olacağı bir yıl. Okuduğumuz hemen her şey, vasatın üzerindeyse eğer, dizi ya da film olarak uyarlanmak üzere satın alınacak… Çevre meseleleri, teknolojik gelişmeler ve bunların getirdiği felsefi ve etik ikilemler, siyasi ortamlar ve dünyanın genel haline hakim dinamikler giderek saçmalaşıp sürdürülebilir olmaktan uzak bir noktaya ilerledikçe, ortamımız bizi tehdit eder hale geldikçe, çıkış arayışlarımızı yansıtan matbu kitap satışları da büyük ihtimalle yükseliş trend’ini sürdürecek. Hikâyelerle başlamıştım söze, yine hikâyelerle bitireyim ve onlara, tam da bu çağda, bunca gürültünün ortasında, kim olduğumuzu ve nasıl yaşayacağımızı belirlemek için muhtaç olduğumuzu, ihtiyaç duyduğumuzu söyleyeyim: Hakikat, iktidar, direniş ve yeni bir dünya umudu için zemin arayışlarında.
Sözümü, burada da andığım 2019 kitaplarından Ocean Vuong’un On Earth We Are Briefly Gorgeous’undan bir alıntı ile bağlamak ve son vurguyu dünyanın feci felaket manzarasına değil, insana ve kırılganlığına yapmak isterim:
“Bir keresinde bana Tanrı’nın yarattığı en yalnız şeyin insanın gözü olduğunu söylemiştin. Gözbebeğinin içinden dünyanın onca şeyinin geçmesine rağmen hiçbirini tutamadığını. Çukurunun içinde bir başına olan göz, iki buçuk santim uzaklığında tıpkı kendisi gibi, tıpkı kendisi kadar aç, kendisi kadar bomboş bir başka göz olduğunu bilmezmiş. Evin kapısını hayatımın ilk kar yağışına açtın ve kulağıma şöyle fısıldadın: ‘Bak.’”[xv]
Dinlediğiniz için teşekkür ederim.
[i] Eco, Umberto. Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti. Çeviren: Kemal Atakay. s. 168.
[ii] Eagleton, Terry. Edebiyat Nasıl Okunur. Çeviren: Elif Ersavcı. s. 193.
[iii] De Freytas – Tamura, Kimiko. (25 Ocak 2017) ‘George Orwell’s 1984 is suddenly a bestseller.’ The New York Times.
[iv] Varanasi, Lakshimi. (7 Nisan 2018) ‘How Trump is shaking up the book industry.’ Politico Magazine.
[v] Eagleton, Terry. Edebiyat Nasıl Okunur. Çeviren: Elif Ersavcı. s. 198.
[vi] Amazon verilerine göre 2017’de en çok satan kurmaca kitap Damızlık Kızın Öyküsü, kurmaca dışında ise liste başında ise Ustalık Gerektiren Kafayı Takmama Sanatı yer alıyor.
[vii] Mayıs ayında yayımlanacak.
[viii] İngiltere’de 2018 ortasında yayımlanan bu roman, ABD’de henüz okuruyla buluştu; Begüm Kovulmaz imzalı edisyonu ise Türkiye’de ilkbahar için planlanıyor.
[ix] Pymm, Francesca. (24 Haziran 2018) ‘Sophie Mackintosh on debut novel The Water Cure.’ Bookseller.
[x] Parks, Tim. Ben Buradan Okuyorum. Çeviren: Roza Hakmen. s. 88.
[xi] James, Marlon. (30 Haziran, 2016) ‘Marlon James’ Great American Novel: None (with an American Tabloid asterisk).’ LA Times.
[xii] Hoby, Hermione. (25 Nisan 2015) ‘Toni Morrison: ‘I am writing for black people; I don’t have to apologize.’ The Guardian.
[xiii] ABD’de yazın, Türkiye’de ise sonbaharda yayımlanacak.
[xiv] Seda Ersavcı’nın çevirisiyle sonbaharda yayımlanacak.
[xv] Vuong, Ocean. On Earth We Are Briefly Gorgeous.