Kitabın Meşruiyeti?
Esen Karol
Kitabın meşruiyetini sorgulama noktasına beni getiren, kitapla yaşadıklarım. Çok kitaplı, çok okunan bir evde büyüdüm. Evde her şeye dokunma iznim varken bazı kitaplara dokunma iznim yoktu. Bu okuma yazma öğrenmeden önce kitaplara başka nesnelerden farklı bir değer atfetmeme neden oldu. Annem el işine meraklı olduğu için makasla da ilişkim erken kuruldu ve bu da bana sarf edilen ilk mutlak cümlenin “kitap asla kesilmez” olmasına yol açtı.
Sonra büyüdüm, yuvaya başladım. Öğleden sonraları uyumamak için özel iznim vardı. Bir gün öğretmenlerimiz şeffaf kapıların arkasında Ayşecik kitaplarını kestiler ve ilk yaprağın arka yüzünde olduğunu hatırladığım karakter resimciklerine toplu iğne geçirerek iyi uyuyan öğrencilere ödül rozeti olarak taktılar. Özel iznim nedeniyle ödülden mahrum kaldığım gibi kitap kesimine şahit olmuştum. Otoriteye olan güvenim ilkokula başlamadan sarsılmış oldu.
Birinci sınıfta ebeveynlerin seyirci olduğu okuma bayramı gününde, okumayı öğrendiğimi kanıtlamam için bana uzatılan kitap sayfasını içinde yumuşak g olduğu gerekçesiyle reddettim. Sonra başka bir sayfa uzattılar mı yoksa beni atladılar mı hatırlamıyorum, çünkü tepkim beni allak bullak etmişti. Bünyemin bir metni, saçma bir gerekçeyle de olsa, reddedebileceğine şahit olmuştum.
Bitirdiğim on beşinci kitaptan sonra öğretmenim Yaşar Özkan’dan tebrik kartı almış olmak, o dönemden sakladığım tek el yazması olduğuna bakılırsa beni etkilemiş olmalı. Başarının kapısını açacak olanın okumak olduğu mesajına dikkat çekmek isterim. Başarı her neyse önemli değil. Ama kapıyı açacak olan okumak; kitap değil. Cümleyi 15 Ocak 1974’te idrak etmemiş olabilirim ama en az on yıldır kart cüzdanımda.
Alman Lisesi hazırlık sınıfında ise iyi bir öğrenci olarak kitap ödülünü hak etmiştim. Ödülün kitaptan kesilen resimcik olduğu dünyadan kitap olduğu dünyaya geçmek iyi geldi. Üstelik nasıl bir kitap istediğim sorulmuş ben de pul kitabı istemiştim. Okulun uzun teneffüslerde açık kitaplığı önünde kuyrukta beklerken Tenten değiş tokuşu yapmak evde yalnız tüketilen bir mecranın çevresinde sosyalleşilebileceğini öğretti. Cuma günleri okuldan sonra Mühlbauer’e gidip üst kata çıkan merdivenlerde kitap okumak da ben dahil bazılarımızın bazı kitapları almak için maddi gücünün olmadığını gösterdi. Ders kitaplarımız Almanca ve Türkçe derslerde birbirinden görsel ve biçimsel olarak o kadar farklılaşıyordu ki bu da kavramı bilmeden tasarım denen pratiği fark etmeme neden oldu. Alman Kütüphanesi’nin Odakule’de açılmasıyla kitap tasarlamanın bir iş olduğunu öğrendiğim dergi Novum hayatıma girdi; bir de yazarları kendi sesinden dinleyebildiğim plaklar. Yumuşak g’yi yüksek sesle okumayı sevmeyen biri olarak bir metni hem de yazarından audio deneyimlemekten ne kadar büyülendiğimi ifade etmem zor.
Vapurda okuyanların kitaplarının dışını kapladıkları, kitapların toplanıp yasaklandığı yıllardı. Kitap nesnesi bir masada silahla beraber fotoğraflanabiliyordu.
Lisede tenise merak sardım. Çevremde bilen yoktu. Ders veren hocalar pahalı olduğu gibi oynayabilen ama öğretmeyi bilmeyen insanlardı. İş için sık sık Almanya’ya giden babamdan tenis kitabı istedim. Pul kitabı olan ülkede mutlaka tenis kitabı da vardır diye düşünmüştüm. Sonra okuyarak tenis öğrendim ve bedenle icra edilen bir işi kelimelerden öğrenmek metne olan inancımı pekiştirdi. Bu arada yurtdışından kitap sipariş etmek, grafiker olmaya karar vermemle hayatın en doğal parçasına dönüştü. Öte yandan ‘burada’ olmayan bilginin ‘orada’ olabilmesi, kitap nesnesinin dolaşımı, ulaşılmazlığı gibi meseleler derdim olmaya başladı.
Üniversiteye girdiğimde tanıştığım arkadaşım G’nin parkasının cebinde taşıdığı Che’nin Bolivya Günlüğü doğru yerde olduğumun kanıtıydı. O kitap o cepten tüm lisans hayatım boyunca hiç çıkmayınca Che’nin de bir marka olduğunu ve bir kitabın annemin arkadaşlarının Louis Vuitton çanta taşımaları gibi taşınılabileceğini anladım. Mimar Sinan’da grafik eğitimim sırasında hiç kitap tasarlamadık. Mezuniyet projemde Cumhuriyet Kitap Kulübü’nü seçmiş olduğum için dergi tasarlamıştım ama.
Yüksek lisansta tasarım meseleleri dersinde değerlendirmesini yazdığım bir sergi nedeniyle Walt Whitman’ın “So Long!” şiirinden bir alıntıya* denk geldim.
“Dostum bu bir kitap değil. Buna dokunan bir insana dokunuyor demektir.” Annemin bazı kitaplara dokunduğumda onlara zarar vereceğimden duyduğu kaygı bambaşka bir anlam kazandı zihnimde.
Yüksek lisans tezimi kitap olarak tasarladım. Okunaklılık-okunabilirlik tartışmasına odaklanan tezim, metin tasarımının mutlak kuralları olamayacağını ve her durumun bir istisna olduğunu ileri sürüyor; tasarımcıyı en az okur seviyesinde bir ortak yazar olarak konumluyordu.
Tezimle uğraştığım 91–93 yılları aynı zamanda DVD-Rom’ların piyasaya çıktığı, dijital devrimin başladığı ve kitabın bildiğimiz şekliyle öldüğünün ilan edildiği yıllardı. Derdim kitap yapmak olduğu için huzursuzdum. Bütün arkadaşlarım cyborg moduna geçmişlerdi bense Marshall McLuhan etkisiyle uzantımız olan kitabın —yani bir metni satır satır kitap nesnesinden okumak, sayfa çevirmek, kitabın mekânsallığı gibi şeylerin bizleri dönüştürme biçiminin— değerli olduğuna ve mecranın pabucunu dama atmamak gerektiğine inanıyordum.
AIGA tarafından düzenlenen bir portfolyo gününde işlerimi Paula Scher’e gösterdim. Pek bakmadı açıkçası. “Sen hayatında ne yapmak istiyorsun bana onu söyle” dedi. Ben de “kitap yapmak istiyorum ama benim ülkemde pek sevilmez” dedim. O da “ne önemi var kaç kişinin okuduğunun, sen inandığın işi yap” dedi. Ben de heyecanla çıktım oradan çünkü demek ki ben kitaba inanırsam kitap ölmezdi. Yıllar sonra okuduğum bir röportajında Philip Glass olmaktansa Beatles olmayı tercih ettiğini söyleyen Scher o zamanlar herhalde çok gençti.
Aynı dönemde hayatımda ilk ve son kez bir kitap çaldım. MoMA’dan hâlâ hangi cesaretle çaldığıma şaşırdığım bu kitap, gerçek bir şahsiyet olduğundan şüphe etmeme neden olacak kadar etkilendiğim, zaman takıntılı sanatçı On Kawara’nın “hâlâ hayattayım” cümlesinin varyasyonuyla Sol Lewitt tarafından kurgulanmıştı. Yalnızca üç yüz elli adet basılmış bu kitabın bir kopyası artık benimdi. Etkilendiğim her şeyi, geçmişimi ve yeni öğrenmekte olduklarımı ve o anı bünyesinde taşıyordu. Hayatımdan çıkmasına katlanamayacağım tek kitap budur.
Pratt sonrası Türkiye’ye dönmeden bir ay süren ve neredeyse Birleşik Devletler’in her köşesine uğrayan bir tren yolculuğu yaptım. Sırt çantam giysiyle dolu yola çıkmış, kitapla dolu geri dönmüştüm. Kitaplara yer açmak için giysi atmak durumunda olmak garip bir etki bırakmıştı üzerimde. Kesin dönüş yaparken de iki yıl boyunca aldığım tüm kitapları paramın yettiği tek yöntem olan m-bag’le yollarken fiziksel olarak İstanbul’a nasıl varacaklarını dert etmiştim. Kitaplar ağırdı, çok yer kaplıyorlardı ve dayanıksızdılar. Kitap yapmak isteyen ben’le, okumak isteyen ben’in farklı problemleri vardı.
1994’te hayatımda ilk yaptığım kitap, Ressam Orhan Peker’den sonra İlhan Berk’e kitap yapacaktım. Kendisiyle hiç karşılaşmadım ama bana telefonda “Orhan Peker kitabını gördüm… benimkinde aklını o kadar kullanma” dedi. Sadece akılla sanat yapanlardan beslendiğim, meselelere matematik problemi gibi yaklaştığım hayatımda, bu cümle irrasyonelliğin sonsuz imkânlarını keşfettirecek kapıları açamadıysa da kulağımı açmamı ve birlikte iş yaptığım insanları daha çok dinlemem gerektiğini öğretti.
İnternetin hayatımıza girdiği 90’lı yıllarda hiperlink’ler üzerine okuduklarım çok güzel geliyordu. İnternet zaman içinde sol düşüncenin yaygınlaşmasına yol açacaktı çünkü internet teknolojisinin metinlerin otoritesini kırma gücü vardı. Çünkü bir metin artık tek başına deneyimlenmeyecek, artık ona bağlanan ve ondan bağlanan sayısız yolla sağlanan giriş çıkış birbirine ters düşebilecek fikirleri yan yana getirecekti. Çok metin, daha çok metin, iç içe geçmiş metin, en önemlisi birbirine bağlanabilen metinler… Üstelik e-kitapların gelmesi de çok yakındı.
İlerleyen yıllarda genelde dar bütçeli kitaplar yaptım. Sadece kitap tasarlayarak ekmek parası kazanır hâle gelebilmem için yıllar geçmesi gerekti. O yıllar zarfında Türkiye’de kitap kâğıdı da bulunmaz; üçüncü hamur, birinci hamur, kuşe ve mat kuşe dışında seçenek olmazdı. Baskı iyi yapılabilse bile cilt yapılamaz, özenle üretilmiş kitaplar genelde ısı değişikliklerine, neme karşı koyamazdı. Kâğıt üretim biçimi nedeniyle on dokuzuncu yüzyılda dünyanın herhangi bir yerinde üretilmiş hiçbir kitabın sağ çıkmayacağını duymuştum bir konferansta. İstanbul’da 90’ların sonunda hayatımıza giren ve 95 yıl ömrü olduğu söylenen Enso, kitapla işi olan herkesi mutlu etmişti.
İnternet sözlük, ansiklopedi gibi çok yoğun ve sık tazeleme gerektiren başvuru kaynakları için nefis bir platform oldu. Basılı süreli yayınlar da benzeri gerekçelerle okurlarını çevrimiçi yayınlara kaptırdı. E-kitap geç kaldı. Ondan önce PDF geldi. PDF’nin gelmesi bile kitap tasarlayanları PDF’si yapılamayan kitaba yönlendirmeye yetti. Bu dönemde kitap yapmak isteyen ben’le, okumak isteyen ben’in problemleri iyice farklılaştı.
Kitapların İstanbul’un tüm tozunu emme potansiyeli, incinmiş belimin kitap kolilerini taşıyamaz olması, okunmuş çok değer verilmiş pek çok kitaba asla geri dönmediğimi fark etmek ve onları elden çıkarırken asla hak ettikleri şekilde çıkarmayı becerememek gibi gerekçelerle kitap nesnesiyle okur olarak dertliydim. Dijital ortamda okumayı da çok sevmiştim. Ama grafik tasarımcı olarak daha büyük bütçeli kitapları daha çeşitli malzemeyle yapabilmekten de çok zevk aldım. PDF’si yapılamayan kitap varlık gerekçesi nesnesi olan kitap demekti. Bu da kitabı, kâğıdı, yapısı, forma düzeni, baskısı, cildi, kapak malzemesi, dikildiği ipiyle vesaire başka türlü düşünmek, konvansiyonel olandan, sıradan olandan uzak durmak anlamına geliyordu. Varlık gerekçesi nesnesi olan kitap tasarlamak, gerektirdiği bütçe ve tasarımcı tipi nedeniyle beni yaptığım işten soğutmaya başladı.
O arada e-kitap hayatımıza girdi ve Gezi oldu. Gezi’de silah taşıyan görevlilere kitap okuyan gençler ve parkın içinde kurulan kütüphane, kitap nesnesinin dijital teknoloji öncesinde taşıdığı değeri hâlâ taşıyormuş gibi bir izlenim yarattı. Oysa bilgiyi depolama ve taşıma vazifesini dijital mecralara devreden kitabın değeri artık bedeninde. Kitap nesnesi artık okumanın ikonu. Tiyatroya işaret eden biri gülen diğeri asık yüzlü iki maske gibi, kitap okumanın temsil ettiklerini temsil ediyor. Gençler her ne okuyorlarsa cep telefonundan okuyamazlardı, çünkü okusalardı ne okuduklarının kapağı çekilen fotoğrafta görünür ne de okuma eyleminin resminde okunanın kitabi bir metin olduğu anlaşılabilirdi. Kütüphane ise bilgi paylaşımının, bilgi etrafında buluşmanın en fotoğraflanabilir hâli. Artık kitap pek çok kişi için G’nin cebindeki Che’nin Bolivya Günlüğü. Bir yandan tüm kültürel göndermeleriyle göstermelik bir nesne, diğer yandan da statü sembolü çünkü artık iyisini üretmesi de tüketmesi de üst sınıfın elinde.
E-kitap okumanın sonsuz avantajlarından bahseden okura pek rastlamadım. Amerika’da e-kitap okuyanlar okumayanlardan sayıca daha fazla olmamakla beraber e-kitap okuyanlar kişi başına daha çok kitap okuyorlarmış. Buradan belki çok okuyanların sadece olmasa da mutlaka e-kitap da okuduklarını varsayabiliriz yine de. Dipnotları okumanın pratikliği, font ve punto değiştirebilmek, içinde kolay arama yapabilmek, bilinmeyen kavramları tek tıkla öğrenebilmek, altı çizilen satırdan çizgiyi kaldırabilmek, çizilen cümlelere tek kerede ulaşabilmek, bir cep telefonuna kolilerce kitap sığdırabilmek, dolayısıyla aynı anda mesela otobüste ayakta 2-3 kitap okuyabilmek, okuduğu kitabın dışını kaplamak durumunda kalmamak, toplanması, yakılması mümkün olmamak gibi avantajları var. Miras bırakma, ikinci el alma-satma, ödünç verme, her mecrada çalışma, bir sonraki yüzyıla kalma gibi meseleler zamanla çözülmeyecek meseleler değil. Okuduklarımızın gözetlenebiliyor olması ve makinemize indirilen metnin yayıncısı tarafından haberimiz olmadan manipüle edilebilecek olması dehşet verici gerçekler olmasına rağmen bir içeriği tek bir saniyede dünyanın her yerinde milyarlarca insan tarafından erişilebilir kılabilmek de muazzam.
Öte yandan kitap nesnesini tercih edenlerin argümanlarını da anlayabiliyorum. Tüm günü makine karşısında geçirdikten sonra eline ışık kaynağı olmayan, kokusu, dokusu, sesi olan bir şey almak başka. Kitabın neresinde olduğunu bilmek, bir yerden bir yere kazara gidebilmek, göz gezdirebilmek, geri döndüğünde geçenlerde simidinden düşen susama denk gelmek vesaire… Sol Lewitt’in kitabıyla kurduğum ilişki pek çoğumuzun kütüphanesiyle kurduğu ilişki muhtemelen. İnsanı o insan yapan sonsuz şeyi içerebilen bir şey. Anlıyorum.
Yıllar içinde yaptığım onlarca kitaptan sonra kendi kütüphaneme girebilmiş o da fotoğrafçısı yüzünden tek bir kitap oldu. Bir tasarımcı olarak içerik ve biçimin ayrılmaz bir bütün olduğunu kendime öğretmeye çalıştığım onca yıldan sonra dikkatimi metne çevirdim. Alman kütüphanesi yıllarımdan kalmış ses zaafımın beni iyi bir podcast dinleyicisi yapmış olması —okumanın hızıyla kıyaslanmayacak bir bilgi alma yolu olmasına rağmen— metni mecradan bağımsız düşünmemi kolaylaştırdı. Artık üretilmesi, korunması ve tüketilmesi bağlamında odaklanılması gerekenin metnin kendisi olduğunu düşünüyorum.
Geçenlerde katıldığım bir kitap kapağı tasarımı konferansında Polonyalı bir gazete tasarımcısı dijital ortamda okumanın çok lineer bir okuma biçimi olduğunu ve esas basılı malzemenin gayri-hiyerarşik ve çizgisel olmayan bir okuma deneyimi sunduğunu ileri sürdü. O sırada fark ettim ki gerçekten de okuru kontrol etmek isteyen platformlar okurun sadece bir tünelin içinde yol almasına izin veriyor. Okumak kapı filan açmadığı gibi bir akıntıda sürüklenmene yol açıyor. Türkiye’deki yayıncılar hiperlink’lerin gücünü göremiyorlar sanıyordum. Belli ki yayıncılar bu gücün çok farkında olduğu için kullanmıyor. Facebook’tan niş yayınlara herkes sayfasına gelen okuru kaybetmeme derdinde. E-kitap teknolojisinde arayış adeta durmuş; son derece vasat konvansiyonlar hızla oturmuş gibi. Ben hâlâ dijital devrimin heyecanı ile yaşar ve kitap nesnesiyle hesaplaşırken troller almış başını gitmiş, metnin otoritesini kırmasını beklediğim mecra uydurma bilgilerle otorite inşa edilen bir şeye dönüşmüş. Hareketli görüntünün uzun metne tercih edildiği, onun da uzun değil en kısa hatta mümkünse GIF olanının makbul olduğu bugünün dünyasında kitabın meşruiyetini düşünmeyelim diyorum. Birbirinden farklı düşüncelerin bir arada olabildikleri, içine sızıp yayılabildiği her mecra iyidir; önemli olan farklı düzlemde olan düşüncelerin birbirleriyle kesişmelerini sağlamanın yollarını düşünmek diyorum.
*
“…
Camerado, this is no book,
Who touches this touches a man,
…”
(22 Kasım 2018 - "Kitabın Meşruiyeti?" / Tasarım Konuşmaları)