Kaybettiklerimizin hatırasına saygıyla...
Her şeyi kaybettiğimizde, geriye ne kalır? Bir ülke geleceğini ve umudunu yitirdiğinde, nasıl kendini iyileştirebilir? Bu soruların net bir yanıtı yok, biliyoruz. Ama yine biliyoruz ki, bu sorular hiç sorulmadığında, sorulmaz olduğunda, hayata saygı da artık körelmiştir. Çünkü ancak hatırlayarak, ancak hep birlikte iyileşebiliriz.
10 Ekim 2015’te Ankara’da gerçekleştirilen saldırıda, 103 kardeşimizi kaybettik. Onlar, Türkiye’nin her yerinden “Barış olsun” demek için şarkılar, türküler söyleyerek, halay çekerek Ankara’ya gelmişlerdi. Hayatında ilk kez bir mitinge giden Vedat Erkan da vardı aralarında, yıllarını örgütlü mücadeleye veren Korkmaz Tedik de; emeklilik günlerinin hayalini kuran İdil Güneyi de oradaydı, babasının elinden tutarak, biraz da onu yalnız bırakmamak için mitinge giden Veysel Atılgan da; her biri ayrı bir dünyaydı, benzersizdiler.
Onlar, güzel insanlardı. Güler yüzlü ve umutluydular. Hep birlikte daha güzel bir gelecek inşa edebileceğimize inanıyorlardı. Onlar, bu ülkenin geleceği ve umuduydular. 10 Ekim 2015’te onları kaybettik.
Onlara bir borcumuz var; yalnızca, “Barış olsun” demek için çıktıkları bu yolda katledildikleri için değil, aradan geçen üç yıla rağmen, biz toplum olarak, ülke olarak bu hunharlığın hesabını veremediğimiz için de yükümüz ağır.
10 Ekim 2015 davası üç yılda ancak tamamlandı; 36 sanığın 17’si hâlâ firari; sanıkların örgüt bağlantıları hâlâ açıklığa kavuşturulmadı; dava, kamu görevlilerinin ihmalini de kapsayacak şekilde genişletilmedi.
Evet, yükümüz ağır, borcumuz büyük. Onların hatırasını yaşatmakla yükümlüyüz.
10 Ekim akşamı Kıraathane’de, katliamda kaybettiğimiz Elif Kanlıoğlu’nu anlatan Elif adlı belgeseli izledik. Belgeselin yönetmenleri, Elif’in kardeşi Emre Kanlıoğlu ve Elif Ergezen de bizimleydi.
Belgeseli izlemeden önce, 62 yazarın tümüyle gönüllü bir çalışmayla kaleme aldığı, 2015 sonbaharından 2017 sonbaharına uzanan bir zaman diliminde “kaybettiklerimizin hatırasını yaşatmak için” hazırlanan Barış Portreleri kitabından bir bölüm okuduk. Kitabın Sunuş kısmında şu cümle geçiyor: “Her portre bir kişinin hayatına odaklı ama biz kitabı yayına hazırlarken portreleri birbiri ardına okuduğumuzda, anlatılanın aslında hepimizin hayatı, hayatlarımızın son iki yılı olduğunu biraz da şaşırarak fark ettik.”
Elif’i izlerken de bu kuvvetli sezgi yayıldı salona. Elif, bizim kardeşimiz, annemiz, babamız, evlâdımız, arkadaşımız, sevgilimizdi. Gösterimden sonra, yönetmenler Elif Ergezen ve Emre Kanlıoğlu’yla konuşurken söz alan bir misafirimizin dediği gibi, “Bir arkadaşımızı izlemiş gibi olduk.” Emre Kanlıoğlu, belgeseli çekerken asıl niyetlerinin tam da bu olduğunu söyledi. Elif Ergezen, bu belgeselle Elif’i anlatırken aslında o gün katliamda kaybettiğimiz herkesi, dahası o gün o meydanda olan herkesi, gelmek isteyip de gelemeyenleri, hattâ içinde “Barış olsun” dileğini büyüten herkesi anlatmak düşüncesiyle yola çıktıklarını söyledi.
Yükümüz ağır, demiştik; Elif’i izleyince ve Elif’i tanıyınca, bunun insanı kamburlaştıran türden bir yük olmadığını, aksine acıları paylaşıp umudu çoğaltmak için bize güç verdiğini de gördük.
Elif’in annesi Öznur Kanlıoğlu da belgeselde diyor ya, “Ben Karadeniz kadınıyım. Karadeniz kadınının sırtında sepet olur. Ben sepetimde ölünceye kadar Elif’i taşıyacağım;” şimdi hepimizin sırtında bir sepet var, o sepetin içinde Elif ve asla vazgeçmeyeceğimiz barış umudu…
Unutmamak, unutturmamak için!