Hannah Arendt: Bir Entelektüelin Oluşumu
Sonbahar 2021 sezonumuzun bizim için önemli gelişmelerinden biri Amerikalı akademisyen yazar Samantha Rose Hill'in, Hannah Arendt biyograsinin yayımlanmasından çok kısa bir süre sonra Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi için özel bir konuşma yapmayı kabul etmesiydi.
"Hannah Arendt: Bir Entelektüelin Oluşumu" başlıklı bu konuşma 1 Kasım 2021 akşamı YouTube kanalımızda yayınlandı. Ve halen burada Türkçe altyazılı olarak izlenebilir.
Samantha Rose Hill'in yaptığı konuşmanın tam metnini ise aşağıda, Nâzım Hikmet Richard Dikbaş'ın İngilizce aslından yaptığı çeviriyle yayınlıyoruz.
---
Herkese merhaba, ben Samantha Rose Hill, Hannah Arendt biyografisinin yazarıyım. Bard College Hannah Arendt Siyaset ve İnsan Bilimleri Merkezi’nde kıdemli öğretim görevlisi, New York’taki Brooklyn Toplumsal Araştırma Enstitüsü’nde sözleşmeli öğretim üyesiyim. Çalışmalarıma www. samantharosehill.com adresindeki web sitemden ulaşabilirsiniz.
Bugün size biraz Hannah Arendt’ten bahsedeceğim. Kimdi Hannah Arendt? Ve 21. yüzyılda bizim, liberal demokrasinin bugün içinde bulunduğu krizi anlamaya çalışmak adına başvurduğumuz bir düşünür olarak neden tekrar gündemimize girdi?
Hannah Arendt 1906 yılında Almanya’nın Linden şehrinde köklü, laik bir Alman-Yahudi ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Üç yaşında, babasının frengi tedavisi görmesi için Königsberg’e taşınırlar. Babası frengiyi annesi Martha Cohn ile tanışmadan önce kapmış, Hannah Arendt doğduğunda sağlığı geri dönüşü olmayan bir şekilde kötüleşmeye başlamıştır. Nitekim Arendt sadece yedi yaşındayken babası ölür.
Bu, Hannah Arendt’in hayatındaki ilk büyük altüst oluşlardan biridir. Bu olayın ardından Arendt oldukça sessiz, içine kapalı, melankolik bir çocuğa dönüşür. Babasının kütüphanesinde uzun saatler geçirir, elinin değdiği her şeyi okur. Evde annesiyle kalabilmek uğruna, okula gitmemek için her türlü hastalık numarası yapar.
Ama hayatındaki sessizlik uzun sürmez. Birinci Dünya Savaşının patlak vermesiyle hayatı tekrar altüst olur, Arendt ve annesi, Martha’nın kızkardeşiyle yaşamak üzere Berlin’e kaçmak zorunda kalırlar.
Bu yeni durum Arendt’e uymaz ve okuldan kaçmaya, evde daha çok vakit geçirmeye, aile içerisinde ise asilik etmeye başlar.
Bir yıl sonra Königsberg’e dönmelerinin ardından Arendt öğretmenlerinden birine yönelik bir protesto eyleminin öncülüğünü yaptığı gerekçesiyle liseden kovulur. Arendt gece evden gizlice kaçıp arkadaşlarını ziyaret etmeyi sever, hep biraz yalnız, asi ve dışlanmıştır ve daha sonra kendisinin de belirteceği gibi, kanun tanımazdır.
Arendt, henüz on sekiz yaşındayken Marburg Üniversitesi’ne kaydolarak Alman varoluşçu düşünür Martin Heidegger’in öğrencisi olur. İlk buluşmalarının ardından Heidegger ona şöyle yazar, “Bana gelmelisin. Şu andan itibaren, sonsuza dek, birbirimizin hayatında olacağız.” Arendt sonlandırana kadar bir yıl süren, oldukça ünlü bir aşk macerası yaşarlar.
Arendt, varoluşçuluğun iki büyük Alman kurucusuyla, Martin Heidegger ve Karl Jaspers’le eğitim görme fırsatına sahip olmuştu. Heidelberg Üniversitesi’nde, Karl Jaspers’in danışmanlığında, “Aşk ve Aziz Augustinus” başlıklı tezini yazar.
Heidegger için düşünmek, insanların tek başlarına, tercihen dünyanın geri kalanından uzak bir ormanda gerçekleştirdiği yalnız bir eylemken, Arendt, Heidelberg’de Jaspers’in yanında yüzü dünyaya dönük, insanları karşılıklı konuşmaya teşvik eden, çoğulluğun insanlar arası ilişkilerin ve siyasetin kalbinde yer aldığı bir düşünme kavramıyla tanışır.
Arendt 1929’da, yirmi üç yaşındayken, “Aşk ve Aziz Augustinus” başlıklı tezini yayınladıktan sonra gazeteci olmak için Berlin’e taşınır. Alman Romantizmi’nin bir eleştirisi olacak habilitasyonu için, ki bu aynı zamanda ikinci kitabı olacaktır, çalışmaya başlar, aynı zamanda birçok gazeteye yazı yazmaktadır. İşte bu esnada ilk kocası Günther Anders Stern ile tanışır. Stern’in kuruluşuna destek olduğu Marksist bir derginin dayanışma gecesinde tanışırlar.
Birkaç ay sonra evlenip Frankfurt’a taşınırlar, Anders burada Paul Tillich ve Theodor Adorno danışmanlığında kendi habilitasyonunu tamamlamaya çalışmaktadır.
Ancak Arendt Frankfurt Okulu’nu pek önemsememektedir ve anlaşılan o ki onlar da Anders’i pek önemsememektedir. Anders’in habilitasyonunu reddederler ve Frankfurt’ta bir yıl geçirdikten sonra Arendt ve Anders Berlin’e geri taşınır.
Fakat kısa bir süre sonra, Nazi Partisi iktidarı ele geçirir ve Şubat 1933’te, Reichstag Yangını’nın [Almanya meclisinin kundaklanmasının] ardından Hannah Arendt, olup bitene seyirci kalamayacağını ilan eder. 1929 kadar erken bir tarihte Almanya’nın siyasi ikliminin nasıl değişmekte olduğunu fark etmiştir. Bertolt Brecht’in adres defterine el konunca ilk kocası Paris’e kaçar, ancak Arendt Berlin’de kalır, annesi de onun yanında bulunabilmek için Königsberg’den gelir. İkisi birlikte, apartman dairelerini komünistlerin kaçmalarına yardım edebilmek için yeraltı ağının bir hücresi haline getirirler.
Bu sırada Hannah Arendt’in yakın dostu, siyonist örgütçü Kurt Blumenfeld de ondan, ikinci kitabı üzerinde çalışmaya devam ettiği Prusya Devlet Kütüphanesi’ne giderek, dünya liderlerine ve yabancı basın kurumlarına gönderilmek üzere Yahudi karşıtı yayın ve açıklama örnekleri toplamasını ister. Bu sayede Almanya’daki durumun ne kadar kötüleştiğini anlatabilmek mümkün olacaktır. O dönemde bu, savaş propagandası sayılmaktadır.
Birkaç ay boyunca kütüphanede bu gazete, dergi ve konuşmalardan bu Yahudi karşıtı ifadeleri derledikten sonra bir gün Hannah Arendt, annesiyle buluşmak üzere kütüphaneden çıkarken tutuklanır. Bir kütüphaneci onu ihbar etmiştir: “Bir akademisyenin bu kadar çok gazeteyle ne işi olabilir ki?” Hannah Arendt Gestapo tarafından sekiz buçuk gün boyunca bir bodrum katında tutularak sorgulanır.
Ancak, daha sonra kendisinin tamamen şansının yaver gitmesine bağladığı koşullarda, kaçmayı başarır. Hikâye anlatma konusundaki yeteneğiyle kendisini gözetlemekle görevli genç bir gardiyanın aklına girer ve onun kendisine oradan nasıl sağ çıkılacağını göstermesini sağlar. Ertesi gün, Hannah Arendt ve annesi Almanya’dan kaçarlar.
Prag yoluyla İsviçre’ye, oradan Paris’e ulaşırlar. Hannah Arendt sonraki sekiz buçuk yılı burada geçirecek, sadece Yahudi örgütleri için çalışacaktır. Genç bir kızken, Yahudi karşıtlığıyla ilk karşılaştığında annesi ona şunu öğretmiştir: “Yahudi olduğun için saldırıya uğruyorsan, Yahudi olarak direneceksin.” Arendt de [bu dönemde] sadece Yahudilerin durumuyla ilgili siyasi faaliyet yürütmek istediğini söyler. Akademik felsefe geleneğiyle bağını koparır ve siyasi düşünce dünyasına yönelir.
Sonraki sekiz buçuk yıl boyunca Youth Aliyah [Aliyat Hanoar] gibi örgütlerle çalışarak genç Yahudilerin Filistin’e göç etmesine yardımcı olur.
Yine Paris’te ikinci kocası Heinrich Blücher ile tanışır. İlk kocasının aksine Heinrich Blücher [yüksek] eğitim görmemiştir, bir Spartaküs Birliği üyesi olarak Berlin sokaklarında çarpışmıştır ve Arendt’in annesini hayal kırıklığına uğratacak şekilde, Yahudi değildir. Ancak Arendt’in dayanağı, hayatının en tutkulu, romantik aşkı, varoluşsal niteliklerini gasp etmek isteyen bir yüzyılda, ona bir yuva ve aidiyet hissi veren kişidir.
Ancak kısa süre sonra ilişkileri sekteye uğrar. Fransa savaşa girince, tüm Alman vatandaşlarının toplama kamplarına kendilerini bildirmeleri şart koşulur, önce Heinrich Blücher, sonra Heinrich Blücher ve Hannah Arendt.
1940 yazında Hannah Arendt, Fransa’nın güneyindeki Gurs toplama kampında beş buçuk hafta tutulur. Hayatının bu en karanlık anında intihar etmeyi düşündüğü olur. Bu en zor dönemeçte hayatı vazgeçemeyeceği kadar çok sevdiğine karar verir.
Bunun ardından, Alman birliklerinin yaklaştığı bir zamanda, sahte çıkış belgesi düzenleyerek ana kapıdan çıkıp gitme cesaretini gösteren 62 kadınla birlikte kitlesel bir kaçış planına iştirak eder.
Yalnız ve yayan, Fransa’yı bir uçtan diğerine katederek, onu nerede bulabileceğini bilmeden kocası Heinrich Blücher’i arar. Arkadaşı Walter Benjamin’in yanına, Lourdes’a gider, burada iki buçuk hafta kalır, satranç oynayıp gazete okuyarak Blücher’in nerede olduğuyla ilgili bir haber bekler, daha sonra Montauban’a geçer.
Ve bir öğleden sonra, insanların sigara aldığı, şilte ve gazete satılan ana caddede yürürken Arendt, kalabalığın arasında kocasını görür. Kader onların tekrar bir araya gelmesine izin vermiştir.
O ilkbaharda Arendt ve Blücher, ABD konsolosluğu aracılığıyla ve sahte belge düzenlenmesini sağlayan New York’lu gazeteci Varian Fry’ın da yardımıyla acil ABD vizelerini almayı başarırlar.
Arendt ve Blücher önce Lizbon’a gider ve Birleşik Devletler’e deniz yoluyla hareket etmeden önce altı ay burada beklerler. Amerika’ya 22 Mayıs 1941’de varırlar. Ceplerinde 25 dolarları vardır ve İngilizce bilmemektedirler.
O yaz, Arendt, İngilizce öğrenebilmek için, Massachusetts eyaletinde, Boston şehrinin dışında yaşayan bir ailenin yanında kâhya olarak çalışır. New York’a döndüğünde, New York Alman-Yahudi Kulübü tarafından yeni göçmenler için kurulan haftalık Alman-Yahudi gazetesi Aufbau’da on beş günde bir köşe yazısı yazacağı bir iş bulur.
Arendt ‘nihai çözüm’ün ne olduğunu ve Avrupa’da milyonlarca Yahudinin katledildiğini ilk defa bu gazetede çalışırken öğrenir.
Arendt New York’a yerleştikten sonra Partisan Review dergisine yazmaya başlar, Schocken Books yayınevinin genel yayın yönetmeni olur, Yahudi Kültürel Yeniden Yapılanma Komisyonunda çalışır ve Brooklyn College’de misafir profesör olarak ders verir –tüm bunları yaparken bir yandan da ilk büyük yapıtı Totalitarizmin Kaynakları’nı yazmaktadır.
Totalitarizmin Kaynakları 1951’de yayımlanır. Hannah Arendt 1975’te öldüğünde daha çok Rudolf Eichmann davası üzerine yazdıklarıyla bilinmektedir. Daha sonra, 1982’de, Elisabeth Young-Bruehl, Arendt’in ilk biyografisi Hannah Arendt: Dünya Aşkıyla’yı yayımlar ve Arendt’in Martin Heidegger’le özel ilişkisini açıklar.
Ancak, 2016 yılında, Arendt’in vesile olduğu tartışmanın ekseni kaymaya başlar. Burada, Birleşik Devletler’de Donald Trump başkan seçilince, milyonlarca Amerikalı dünya çapında liberalizmin yükselişini anlamak, “Ne oluyor, niye demokrasi güçten düşüyor?” sorularına cevap bulmak için Hannah Arendt’in yapıtlarına başvurur.
Size bugün, son birkaç yıldır okuyucular arasında yankı uyandıran bazı meseleler hakkında konuşabilmek için, yazdığım biyografinin totalitarizmin kökenleriyle ilgili bölümünden bir kısım okuyacağım.
“Hannah Arendt, Totalitarizmin Kaynakları’nı 1951’de yayımlar, yani ABD vatandaşlığı kazandığı yılda. Bu kitap üzerinde çalışmaya 1941’de başlamış, kitabı 1949’da tamamlamıştır. Neredeyse 600 sayfalık, totalitarizmin yirminci yüzyılda ortaya çıkışını anlatan epik bir yapıttır. Arendt Totalitarizmin Kaynakları üzerine çalışmaya başladığında Hitler ölmüştür ama Stalin hayattadır ve Arendt mevcut anın içinde yazdığından, taslağın şekli zamanla, Avrupa’da savaş sırasında olup bitenler ve Sovyetler Birliği’nde devam eden dönemde olup bitenler hakkında yeni bilgiler geldikçe değişir.
Totalitarizmin Kaynakları, Hitlerizm ve Stalinizm’in yükselişi üzerine yapılmış ilk kapsamlı incelemeydi. ABD’de McCarthyizm döneminde yayımlanmıştı. Amerika ve Avrupa sağı kitabı, komünizm ve totalitarizmin tehlikelerine karşı bir tanıklık olarak okudu, Amerika ve Avrupa solu ise Arendt’i Marksizmi Stalinizme indirgediği için eleştirerek, Stalinizmin Marksizmden bir sapma olduğunu öne sürdü.
Totalitarizmin Kaynakları’nın kalbinde, “Emperyalizm” üzerine olan ikinci kısımdaki “Burjuvazinin Siyasi Özgürleşmesi” başlıklı bölüm yer alır. Öncesinde, bizim bugün siyasetin özelleştirilmesi olarak tanımlayabileceğimiz bir şekilde, özel ekonomik çıkarların kamusal siyasi alan içerisinde serbest kalmasının ardından, hayatın kamusal ve özel alanlarının çökerek birbirine karışmasını tartışır Arendt. Önceleri, işadamları, aileleri ve özel hayatlarıyla ilgilenip tüketim odaklı bir hayatın tadını çıkarırken şimdi kamusal alana girerek kendi iş yapma modellerini de beraberlerinde getirmişlerdir. “Emperyalizm” üzerine bu kısımda Arendt, özel ticari çıkarların nasıl, büyümeye devam edebilmek için yeni pazarlara ihtiyaç duyduklarından, giderek artan oranda, devletin işlevlerini ele geçirdiğini ayrıntılı olarak ele alır: “İşadamları siyasetçi oldu, ve devlet adamı olarak itibar kazandı, devlet adamları ise ancak başarılı işadamlarının dilini konuşabildikleri takdirde ciddiye alındı.” Yeni pazarlara ulaşabilmek için ulus-devlet sınırlarının dışına adım atacak hükümetin desteğine ihtiyaç duyuyorlardı. Bunun sonucunda işadamları yavaş yavaş siyasetçilerin yerini aldı ve özel ekonomik meseleler devlet meseleleri haline geldi. Ancak özel çıkarların lokomotifi olan dizginsiz büyüme ilkesi, istikrarlı siyasi kurumlara duyulan ihtiyaçla bağdaşmıyordu. Özel ekonomik çıkarları siyaset seviyesine yükselten genişleme uğruna genişleme ilkesini değerlendirebilmek için Arendt, bir siyasi güç kuramcısı olarak Thomas Hobbes’a başvurur. Bu ilke, nihai olarak, özel ve kamusal alanların sosyalleşmesine, sınıf farkının düzlenmesine yol açar, diğer yandan da kamusal alanı yok ederek istikrarlı siyasi kurumları yok eder.
Arendt için bu, totalitarizmin siyasi eylemi imkansız kılması anlamına geliyordu, çünkü totalitarizm insanlar arasında doğal, kendiliğinden eylem ihtimalini yok ediyordu. Eğer eyleme geçme gücü, “uyum ve birlik içerisinde eyleme geçmekten” – yani bir arada hareket etmekten – geliyorsa, o zaman yalıtılmış bireyler, tanım itibarıyla, acizdirler. Totaliter iktidar dehşetle, terörle yönetir, insanları birbirinden yalıtır, bir yandan da her bireyi, kendi yalnız yalıtılmışlığı içerisinde tüm diğerlerine düşman eder. Dünya, Arendt’in tasviriyle, ne deneyim ne düşüncenin mümkün olduğu bir ıssızlığa dönüşür. Totalitarizmin insanları yalıtılmış, yalnız bireylere dönüştürme yollarından biri de gerçeklikle kurguyu sistemli olarak birbirine karıştırmasıdır. Bu bulandırma, korku yaymak üzerine kurulu ideolojilerle karşı karşıya kaldıklarında insanların ayırt edici bir şekilde görme veya düşünme becerisinin ortadan kalkmış olmasına bel bağlar:
Nasıl dehşet/terör, mutlak halinden önceki, sadece müstebit biçiminde bile insanlar arasındaki tüm ilişkileri tahrip ediyorsa, ideolojik düşüncenin kendisiyle takıntısı da gerçeklikle olan tüm ilişkisini tahrip eder. Başarı ancak insanlar hem diğer insanlarla hem de etraflarındaki gerçeklikle temas halinde olabildiklerinde gelmiştir; çünkü bu temas olmadığında insanlar hem deneyim hem düşünce kapasitelerini yitirir. Totaliter rejimin ideal öznesi, ikna olmuş Nazi veya ikna olmuş Komünist değil, gerçekle kurgu (yani deneyimin gerçekliği) ve doğruyla yanlış (yani düşünce standartları) arasındaki ayrım artık olmayan kişilerdir.
Arendt, Martin Luther’den hareketle, yalnızlığın, köklerini gerçekliğe değil hayal gücüne salmış bir mantık zincirini takip ederek, insanı mümkün en kötü sonuçlara vardıran düşünce patikalarına yönelttiğinin altını çizer. Şöyle yazar: “Yalnızlık koşullarında, işte bu yüzden, aşikar olan artık sadece zihnin bir aracı değildir, üretken olmaya, kendi ‘düşünce’ hatlarını çizmeye başlar.” Totaliter hareketlerin kötülüğüyle meşhur aşırılıkçılığının gerçek köktencilikle uzaktan yakından ilgisi yoktur, aksine, bu “her şeyi en kötüsüne varacak şekilde düşünmek”te, her zaman en kötü sonuçları çıkaran bu süreçtedir özü. Modern dünyada anlam kaybının karakteri, altta yatan evsizlik, köksüzlük ve yalnızlık gibi koşullarla şekillenir. Totalitarizmin Kaynakları’nın son sayfalarında Arendt yalnızlığı, tüm totaliter hareketlerin altta yatan sebebi olarak saptar. Yalnızlık, diye yazar, dehşetin ortak zeminidir. Yalıtılmışlık “sadece hayatın siyasi alanıyla ilgiliyken, yalnızlık bir bütün olarak insan hayatıyla ilgilidir”. İstibdat, hayatın kamusal alanını, bireyleri yalıtarak ve siyasi eylem kapasitelerini ortadan kaldırarak yıkar, ama totalitarizm ayrıca özel hayatı yok etmekte de ısrarcıdır. Totalitarizm “kendini yalnızlığa, dünyaya hiç ait olmama deneyimine, yani insanın en uç ve umutsuz deneyimlerinden birine dayandırır”.
Arendt’in yalnızlık teriminin karşılığı olarak kullandığı Almanca kelime Verlassenheit’tır, yani bir terk edilmişlik hali. Bu yalnızlık içerisinde insan eylem kapasitesini tam anlamıyla harekete geçiremez, yeni başlangıçlar yapamaz. Totalitarizm insanların düşünme gücünü ve kendileriyle olan ilişkilerini tahrip ederek insanlar arasındaki alanı yok eder. İnsan kendi düşüncesi içine hapsolur, gerçek olanla olmayan arasındaki farkı göremez hale gelir. Bu durumda yalnızlık tehlikelidir çünkü düşünmenin gerek koşulu olan tek başınalığın alanını yok eder.
Totalitarizmin Kaynakları’nın yayımlanmasından kısa süre sonra Arendt, Princeton Üniversitesi’nin misafir profesörlük teklifini kabul ederek [bu konumdaki] ilk kadın öğretim üyesi oldu. Sonraki yıl, Guggenheim Vakfı’ndan aldığı bir bursla, Totalitarizmin Kaynakları’nın devamı olacak, Marksizmin Totaliter Bileşenleri başlığını koymayı düşündüğü ikinci kitabı üzerinde çalışmaya başladı. Totalitarizmin Kaynakları’ndaki en büyük eksiğin, Bolşevizm hakkında bir kavramsal analiz olduğunu düşünüyordu ve totaliter rejimlerin ideolojilerine ve yöntemlerine ve Marksizmin mirasına daha yakından bakmak istiyordu. Arendt, vakıftan aldığı bursla 1952 yılının Mart ile Ağustos ayları arasında Avrupa’da çeşitli kütüphanelerde araştırma yaptı, bu arada arkadaşları Anne Weil ve Alfred Kazin’i ziyaret etti. Gayriresmi olarak Yahudi Kültürel Yeniden Yapılanma Komisyonu için çalışmaya devam ediyor, çeşitli şehirlerde ders veriyor, filozof Karl Jaspers ve eşi ile birlikte St. Moritz’de tatile çıkmaya da zaman ayırıyordu. İşte burada, doğal renklerin ve mimarinin güzelliğinden öyle etkilenir ki kocası Heinrich Blücher’e bu görülmeye değer manzara hakkında bir şiir yazar:
Fransa’da Arabayla Seyahat
Yeryüzü şiir yazıyor tarlalar boyunca,
sıra sıra ağaçlarla örüyor kenarlarını,
dokumamıza izin veriyor yolumuzu,
dünya topraklarının etrafında.
Yeni açmış çiçekler rüzgârda coşar,
Çimenler filizlenir gevşek, yumuşak çayırlarda,
Maviye döner gökyüzü ve hafiflikle karşılar bizi,
Güneş fırıl fırıl vurulur yumuşak zincirlere.
Artık kaybolmaz insanlar -
Yeryüzü, gökyüzü, ışık ve ormanlar -
Her baharda yeniden doğar
Neşeyle, mutlak kudret oyununda.
Birleşik Devletler’e döndüğünde Arendt, McCarthy davaları henüz sürerken Marx üzerine ders vermeye başlar. Ülkedeki ürpertici entellektüel atmosfer Arendt’in Marx üzerine çalışmasını dizginleyemez. Ateşli anti-komünist hareket zirvesindeyken Arendt “Eski Komünistler” başlıklı bir makale yayımlayarak, ideolojilerini değiştiren ama dünyadaki varoluş biçimlerini değiştirmeyen eski komünistlerle, yöntem ve amacı birbirinden ayırmanın mümkün olmadığını anlayan bir zamanların komünistleri arasında bir ayrıma gider. McCarthyizmin zirve noktasında bu denli cesur bir yazı yayımlamak azımsanacak bir eylem değildi, başsavcı, huzuru bozan “yabancı yurttaşları” soruşturmak ve sınırdışı etmekle tehdit ediyordu. Ama Arendt de, ihtilaftan uzak duran veya ideolojik taleplere boyun eğen biri olmamıştı hiç.
McCarthy döneminin sonlarına denk gelen 1956 yılına kadar ABD hükümeti Arendt hakkında soruşturma açmadı, açtığında ise vesile kızının Arendt’in derslerinden etkilendiğini düşünen kaygılı bir babaydı:
Bay X, misafir profesör olarak Birleşik Devletler’i gezerek çok sayıda üniversitede ders veren Hannah Arendt’in bu ülkenin yüksek çıkarlarına büyük tehlike arz ettiği görüşünde. Bay X, 1955 yılında, Kaliforniya eyaletinde Berkeley Kaliforniya Üniversitesi’nde Hannah Arendt’ten ders aldıktan sonra kızının düşünce biçiminin tamamen değiştiğini belirtiyor, kızının Avrupa’ya giderek Profesör Paul Ricoeur’le eğitimine devam etme kararı almasında da Arendt’in etkili olduğunu düşünüyor. FBI, bu belirsiz şikayetin etkin bir soruşturma gerektirmediği sonucuna varmıştır.
1953 yılının sonbaharında Arendt, Princeton Üniversitesi’nden Christian Gauss Eleştiri Seminerlerini sunmak üzere davet edildi. Bu seminerleri sunacak ilk kadın olacaktı. Öğretim üyeleri ve öğrenciler ilk defa bir kadın profesörün gelecek olmasından son derece mutluydu ancak ‘bir tane de kadın olsun’ muamelesi görmek Arendt’in canını sıkmıştı. Bunu arkadaşı, siyonist örgütçü Kurt Blumenfeld’e şu sözlerle anlatır: “Kapanış töreninde, pek az da olsa çakırkeyifken, bu kerli ferli beyefendileri ‘istisnaya tabi Yahudi’nin ne anlama geldiği konusunda aydınlattım ve onlara kendimi burada ‘istisnaya tabi kadın’ olarak bulduğumu açık bir şekilde anlatmaya çalıştım.” Ne ‘istisnaya tabi kadın’ ne de ‘istisnaya tabi Yahudi’ olmak Arendt için bir şey ifade ediyordu. Princeton Üniversitesi, birkaç yıl sonra, 1959’da ona tam profesörlük teklif ettiğinde, New York Times gazetesi onun bu konumdaki ‘ilk kadın’ olacağını vurgulayınca onları teklifi reddetmekle tehdit etti. Arendt, düşüncesiyle önemsenmek istiyordu, mevcudiyetinin sıradan birer olgusundan ibaret birtakım nitelikleriyle değil, bu duruşunu da kariyeri boyunca hassasiyetle korudu. Göreve atanmasıyla ilgili kendisiyle görüşen bir gazeteciye şöyle demişti, “Kadın profesör olmaktan hiç rahatsız olmuyorum çünkü kadın olmaya gayet alışığım.”
Teşekkür ederim.
---