Arzu hasetten, kapitalizm kendini beğenmeden beslenir

Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde ev sahipliğini yaptığımız ilk psikoloji konuşmasında içinde bulunduğumuz kapitalist tüketim toplum ile insan bilinci arasındaki ilişkinin ardına düştük. Metis’in yayımladığı Şeyh ve Arzu, Histerik Bilinç, Madde ve Mana gibi psikoloji bilimi ve felsefe arasında köprü oluşturan kitaplarıyla tanınan psikiyatr Saffet Murat Tura bizi ekonomi politiğin bilinçaltında bir yolculuğa çıkardı. Fransız psikanalist Jacques Lacan’ın “Arzu, talepte ihtiyaçtan geriye kalan şeydir” sözlerinden yola çıkarak geriye, kapitalizmin emekleme dönemine götürdü bizi.

Tura’ya göre bugünkü kapitalizmin ilk ayak izlerini Rönesans’ta, Floransa’nın zenginleşmesinde büyük rol oynayan tüccarlarda aramak gerekiyor. Sermayenin arzuyla olan iç içe ilişkisini ilk dile getirenin ise bir nebze gölgede kalmış İngiliz ekonomist ve filozof Bernard Mandeville olduğunu söylüyor. “Daha henüz ‘kapitalizm’ kelimesi kullanılmıyor. ‘Lüks toplumu’ deniyor. Artık ‘mal’ ve ‘piyasa’ diye bir şey insanların hayatına girmeye başlamış ve çok önemli bir hâl almış.” 17. yüzyılın sonları ve 18 yüzyılın başlarında yaşayan Mandeville de bu değişen toplumu anlamaya çalışıyor. “Mandeville’in adı biraz unutuldu, ama o kapitalizmin ilk filozofu. 18. yüzyılın ilk 25 yılında büyük bir yoksulluk ve sefaletle beraber lüks ilk kez bu dönemde yaygınlaşıyor. Bu yeninin önem kazandığı bir dünya. İnsanî arzunun nasıl yeniye yönlendiğini görmeye çalışıyor.”

Tura, Mandeville’in çağdaş psikoloji ve felsefe çalışmalarını asırlar önce öngörerek “ihtiyaç” ve “arzu” kavramlarını birbirinden ayırt ettiğini anlattı. Mandeville, insanların narsistik özelliklerini de iki düzeyde ele alarak “kendini sevme” ile “kendini beğenme” diye iki ayrı kategori açmış. Birincisi ihtiyaçları karşılamaya yönelirken, ikincisinde ise söz konusu olan başkalarının hayranlığını elde etmek, ya da, Tura’nın deyimiyle, “başka bilinçleri fethetmek.”

“Kapitalizmin esasında da bu kendini beğenme, Mandeville’in ‘self-liking’ dediği özellik bulunuyor. Kendini beğenmenin ise iki gözü var. Biri yukarı doğru bakıyor, kendisinden daha çok malı olanlara. Diğeri ise aşağı doğru, kendinden daha fakir olanlara.”

Bir yandan üst sınıfa karşı “avcı” özellikleri geliştirerek daha fazlasını elde etmeye çalışırken, beri yandan alt sınıflar kendilerine yaklaştıkça da sürekli olarak kılık değiştirmek zorunda kalıyorlar. Bu da sürekle yenilenme ve yeniye doğru yönelmeyi beraberinde getiriyor.

Tura, başkasının arzuladığı şey olmanın ve onun arzuladığını arzulamanın böylece kapitalizmi yönlendiren başlıca dinamik haline geldiğini söylüyor. “Daha kapitalizmin başında insanlık fark satın almaya, kendisini diğer insanlardan farklı, daha özel kılan şeyleri almak için piyasaya girmeye çalışıyor. Arzu hasetten beslenen bir şeydir. Bir şeyi arzulamak haset duymak gibi bir şeydir.” Mesela normal bir gömlek ile göğsünde bilindik bir markanın logosu olan bir gömlek arasındaki fark gibi. “Gömleği alırken aslında köşedeki yeşil timsah için para veriyorum. Fark satın alıyorum ve bunun için bir sürü para sokağa atıyorum.”

Mandeville, endüstriyel devrimden yaklaşık bir veya bir buçuk asır önce endüstriyel toplumun temelini oluşturan pek çok özelliğe ışık tutabildiği için Tura’ya göre çok önemli bir yazar. Mandeville’in karşısında ise insanlardaki haset gibi özellikleri bizzat toplumun onda ürettiğini ileri süren Jean-Jacques Rousseau konumlanıyor. “Daha çok Hobbes-Rousseau arasında olarak bilinen tartışma aslında Mandeville ile Rousseau arasındadır. Rousseau’ya göre kendini beğenmeyi toplum üretiyor ki buna amour-propre diyor. Narsistik tutkuları kendi doğasının doğal neticesi gibi görülmemeli. Toplumun ona getirdiği yozlaşma diye görüyor.”

Rousseau’ya göre ise yozlaşmanın temelinde yatan, “olmaktan” “sahip olmaya” geçmek. “Olduğunuz şeyden tatmin olmak doğalken toplum olmaktan zevk almak yerine sahip olmaya, zenginmiş gibi görünmeye öykünmeye başladı. İyi doktor olmak değil, iyi doktor gibi görünmek, iyi mühendis gibi görünmek, iyi bir dindarmış gibi görünmek önem kazandı,” diyor Tura. Bu da, Rousseau’nun bakış açısıyla, henüz adı konmamış kapitalizmin bir ürünü. Zira Rousseau, lüksün kibri ve gururu yarattığını savunuyordu. O kadar ki, samimi bir şekilde bir kibir vergisi almak gerektiğini söyledi. “Rousseau’ya göre lüks toplumu bir tatminsizlik ve huzursuzluk toplumudur. Hiç kimse en üstün olamaz, bu yüzden herkes yeniktir.”

Tura, sunumunda 18. yüzyılın başı itibariyle bugün kullandığımız en temel psikoloji kategorilerinin lüks toplumunu açıklamak için geliştirilmekte olduğunu vurguladı. Bu resimde Freud ve Lacan’a kalansa insan psikolojisini anlamak için gereken o son adımı atmak oluyordu.

Eğer Freud’de söz konusu olan haz (pleasure) kavramı ise, Lacan daha ziyade sevinç, coşku ve heyecan duygularını ifade eden jouissance kavramına vurgu yapar. Bir bebeğin aynada bedeninden aldığı keyfi Lacan o bedenin kendisine ait olduğunun bilincine varmanın coşku ve sevinci olarak tanımlar. “O zaman çocuk kendisini gelecekteki erişkin, her şeye gücü yeten, o olduğunu kavramaya başlar ve bu onda çok büyük bir sevince neden olur.”

Tura, Lacan’ın Hegel felsefesinden de bir hayli etkilendiğini anlatıyor. “Alexandre Kojève Paris’te Hegel hakkında dersler verdiğinde dinleyenlerden biri de Lacan’dı.” Hegel’in Tin’in Fenomenolojisi kitabındaki meşhur köle-efendi diyalektiğine değinen Tura, bunu “kendinin kesinliğinin hakikati” olarak tanımlıyor. “İnsanın kendini tanımasının yolu, diğerinin kendisi olarak tanımasından geçecektir. Bu tanınma mücadelesi insanlık tarihinde, ‘ben buyum’ demenin yoludur. Fakat bu mücadele, taraflardan birinin savaşı kazanmasıyla sonuçlanacaktır. Sonuç, kesinleşmiş bir ötekinin onayıyla efendinin kendi kesinliğine ulaşmasıdır.” Tüketmeye olan düşkünlüğü insanın arzularına ayna tutarak kimliğini kavramasını, toplumda da kendisi olarak tanınmasını sağlıyor. Böylece tüketim toplumu kişiyi var eden bir araç haline geliyor. Daha sonra Hegel’in diyalektiğini devralan Marx, bu mücadeleyi üst ve alt sınıflar arasına taşır.

Tura, sözlerini tamamlarken insanların taş devrinden bu yana süs eşyası kullandıklarını hatırlatıyor. Arkeolojik bulguların insanda doğal bir güzellik ve ötekini etkileme eğilimi olduğunu da ortaya koyduğunu söylüyor. Ve belki de en basit hattâ en aykırı estetik duygusundan sanatın her türüne kadar devasâ bir birikimin temelinde olan şu açık soruyla konuşmasını bitiriyor: “Acaba insanlar kendileri olmak için bir şeye sahip olma suretiyle ötekinin bilincini etkilerken, bir güzelliği de üretmiş mi olurlar?” Neyi, neden ve nasıl tükettiğimizi anlamak ve bunu değiştirmek, bir anlamda kendi doğamızı da keşfetmeyi gerektiriyor.

(12 Kasım 2018 - "Kapitalizm, Arzu ve Korkularımız" / Psikoloji Konuşmaları)