“Ortak bir ütopya üretmeye ihtiyacımız var"
İstanbul Edebiyat Evi hayatın bütününe açık bir ev. Buna siyaset de dâhil. Yerel seçimlere bir aydan kısa bir süre kalmışken, ülkedeki siyasi ortamı ezberlerin ve keskin ideolojik çizgilerin dışında, sakin bir dille ve ortak bir gelecek kabulü üzerinden konuşmak için KONDA Araştırmaları direktörü Bekir Ağırdır’ı ağırladık. Türkiye’de toplumun nabzını en iyi tutan araştırmacılardan biri olan Ağırdır’dan elindeki bulgular ışığında son on yılda yaşanan ve yerel seçimlere etki edecek dinamikleri anlatmasını istedik. Ağırdır, Türkiye eşzamanlı olarak birden fazla sosyolojik dönüşüm geçirirken siyasetin belli başlı bloklarda tıkandığını konuşması boyunca vurguladı ve seçim sonuçlarından bağımsız bir soruna işaret etti: Ortak bir hayalimizin olmaması.
“Yerel seçimde bir puan eksilmiş ya da bir puan çoğalmış, hepimiz biliyoruz ki onun sembolik tartışması dışında reelde bize getireceği özel bir değişiklik yok,” diyor Ağırdır. Siyasetin ve toplumdaki dönüşümün yalnızca seçim sonuçlarına bağlı olarak tartışılmaması gerektiğinin altını çiziyor. Elindeki çok sayıda kamuoyu araştırmasının analizine dayanarak toplumun “hayatın akıntısına uygun bir siyasi ütopyadan yoksun” olmasının üzerinde duruyor. Bugünkü kutuplaşmış tabloyu tümden değiştirmek, ekonomik ve kültürel fay hatlarından beslenmeyen yepyeni bir siyasetin kapısını aralamak ise Ağırdır’a göre yeni uzlaşma alanları üzerinden ortak bir gelecek hayali üretmekten geçiyor. “Bütün bu çağ değişimini ve bu çağ değişimi içindeki Türkiye’nin ortak geleceğini yeniden düşünmeye ihtiyacımız var. Kürsülerde konuşmak ya da ezberlere takılı kalmak yerine belki yeni baştan her şeyi anlamaya ve buradan metropolün, bilgi toplumunun ritmine ayak uyduran yeni bir ortak ütopya üretmeye ihtiyacımız var.”
Ağırdır’ın 26 Şubat 2019 Salı akşamı İstanbul Edebiyat Evi’nde “Sosyoloji Konuşmaları” kapsamında yaptığı ufuk açıcı sunumdan geniş bir özeti sizlerle paylaşıyoruz.
Seçmenlerin yarısı hayatında en az bir kez göçmüş
“Türkiye’nin de bizzat içinde, hattâ öznesi olduğu, hattâ lokomotifi gibi örnek bir vaka olduğu bir genel durum var. Ben ona ‘Küresel ara buzul dönem’ diyorum. ‘Küresel ara buzul dönem’ çünkü bütün dünyada değişen bir hayat var. Dünya nüfusunun yarısı artık kentlerde yaşıyor. Türkiye’de bununla ilgili birkaç sayı söyleyeyim: 1970’te bile nüfusun yüzde 65’i köylerde yaşarken Türkiye’de bu sabah itibariyle adı köy olan yerlerde yaşayanların oranı yüzde 7. Burası kentli bir ülke. Üstelik bizim ölçümlerimizde kent ile metropolü ayırıyoruz. 11 metropolde yüzde 50’si yaşıyor nüfusun. Daha ilginç bir sayı söyleyeyim: Önümüzdeki yerel seçimlerde İstanbul’da oy kullanacak her 100 kişinin 9’u 2014 seçimlerinde İstanbul’da değildi, İzmir’de oy kullanacak her 100 kişinin 11’i de İzmir’de değildi. Bu kadar büyük ve hâlâ bu yoğunlukta süren bir göç hareketi hiçbir Batı toplumunda yok. Bizim hesaplamamıza göre, bu seçimlerde oy kullanacak aşağı yukarı 58 milyon seçmen var. Bu 58 milyonun 31 milyonu, ben dâhil, hayatında bir kere göç etmiş. İki göç yaşamış olanlar ise neredeyse ülkenin 5’te 1’i: Yani önce aileyle, anne ve babayla göçmüş, şimdi bir de kendisi göçmüş olanlar. Bu müthiş bir hareket ve üstelik insanların yüzde 22’si yarın sabah da taşınmaya hazırlanıyor hâlâ. Yani işin bir demografik nüfus değişimi yönü var.
“Bir de teknoloji, iletişimler ve ulaşımlar devrimi meselesi var. Bu örneği çok sık veriyorum: Ben 1981’de gelip İstanbul’da bir bilgisayar şirketinde işe başladığımda bilgisayar sahibi 310 kurum vardı. Keban Barajı, Ereğli Demir Çelik de dâhil olmak üzere sadece 310. Başbakanın masasındaki telefon dâhil, Türkiye’deki telefon sayısı 425 bin adetti. O günkü kurulu bilgisayar kapasitesi şu anda bu salondaki cep telefonlarının kapasitesinden düşük. Bu hayatın getirdiği bir değişim var: Gündelik hayatın ritmi değişmiş durumda, ona bağlı olarak zihniyetler değişiyor. Ben buna çağ değişimi ya da bilgi toplumuna geçiş diyorum, siz isterseniz post-modern dünya ya da sanayi ötesi toplum deyin. İnsanın karşı karşıya olduğu ve Türkiye’nin de karşı karşıya olduğu asıl mesele şu ki biz bu yeni hayatın kurum ve kurallarını üretemedik. Üstelik geleneksel problemlerin yanı sıra insanlığın karşı karşıya olduğu daha büyük başka problemler var. Geçen sene Akdeniz’i geçmeye çalışırken o botlarda can vermiş insan sayısı 10 bin kişinin üzerinde…
“Bütün ülkelerde duvarlar örülüyor. Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra ben bile gidip Berlin’den taş alıp gelmiştim ve uzun süre masamda o duvardan sökülmüş taş durdu. Şimdi Türkiye kendi sınırında duvar örüyor. Bırakın Batı ülkelerini ya da Trump’ın Meksika duvarını, Fas kendini Afrika’da ayıracak bir duvar inşa ediyor bütün sınırına. Yani İsrail’in Filistinlilerden kurtulmak için yaptıkları örneklerden sadece bir tanesi olarak kalıyor. İklim değişikliği meselesi var, her ülkenin kendi iç adaletsizliğinin dışında küresel adaletsizlik meselesi var. Üstelik adaletsizlik ve yoksulluk kalıcılaşıyor. Bütün sosyolojik çalışmalar gösteriyor ki Türkiye’de de dünyada da yoksulluk artık aileden devralınan bir hâl şekline dönüşüyor.
“Dolayısıyla insanlık karşı karşıya olduğu bu yeni problemlerle baş edemeyince sanıyor ki eski bildik o ulus devlet kodlarıyla, modellemeleriyle bütün bu problemleri yönetebilir. Aranızda hatırlayanlar olacaktır, eskiden Emniyet bazı gazetelerin köşe yazılarını sansürlerdi ve gazetenin o köşesi beyaz çıkardı. Şimdi sanıyorlar ki aynı mantıkla Wikipedia’yı yasaklayacaklar, İnternet sitelerini denetleyecekler, Twitter’daki her bir paylaşımın peşine düşecekler. Sadece Türkiye’de değil, bütün dünyada böyle bir mesele var.
Türkiye, sanayi ve bilgi toplumuna aynı anda geçmeye çalışıyor
“İnsanlık ‘özgürlük mü, güvenlik mi’ diye bir ikilemin içinde ve her ülkenin toplumlarının yarıya yakını çok da insan içgüdüsüne uygun olarak ‘güvenlik’ diyor. Ya da ‘demokrasi mi, refah mı’ diye bir ikilemin içine sokuluyor insanlık ve doğal olarak insanların en az yarısı ‘refah’ diyor. Sanki demokrasi olmadan refah sağlanabilirmiş gibi. Dolayısıyla bütün ülkelerde bu popülist hareketleri üreten, toplumsal destek almalarını sağlayan bir dinamik var. O nedenle bu karmaşa bir süre daha bütün dünyada sürecek. Çünkü elimizde, minik arayışlar hariç, küresel boyuta ulaşmış bir yeni hayata dair bir sivil hareket veya siyasi hareket yok. Her şeyden önce bütün meselemiz o. Dolayısıyla bütün dünyada bir tedirginlik var ama bu hikâyenin içinde Türkiye’nin daha özgün bir hikâyesi var. Türkiye bir yandan sanayi toplumu olmaya çalışıyor, yani hâlâ kalkınmak ve modernleşmek gibi meseleleri var. Ama bir yandan da ülkenin önemli bir kesimi bilgi toplumuna geçmeye çalışıyor. Dolayısıyla biz iki süreci aynı anda yaşıyoruz. Üstelik bu iki süreci üzerinde uzlaştığımız, mutabakat sağladığımız bir toplumsal ve siyasi uzlaşma olmaksızın yaşıyoruz. Daha karmaşık yaşıyoruz.
“Dolayısıyla Fransızlar ya da İngilizler bu çağ değişimi problemini 2 şiddetinde yaşıyor, biz 8 şiddetinde yaşıyoruz. Çünkü bizler kalkınmanın ya da modernleşmenin temel kurumsal altyapısında eğitim, hukuk, laiklik gibi meselelerde bile iki farklı ütopyası olan, iki farklı siyasi hareketin arasında sıkışmış bir durumdayız. Değil orada bir toplumsal uzlaşma sağlamak, demokratikleşme, küreselleşme meselelerine çözüm üretmek, Türkiye bir de bu problemi kendince daha karmaşık ve daha katmanlı bir yerden yaşıyor.
“O nedenle bir kere birinci söyleyeceğim şey, bizim bildiğimiz o şemalar, kategoriler, teoriler, Türkiye’deki hikâyenin sadece bir parçasını açıklıyor. Diyelim sağ-sol ayrımı, karşı karşıya olduğumuz 10 problemin dördünü, beşini açıklıyor. Ama kültürel gerilimi açıklamıyor. Ya da kır-kent kavramı, bir sürü sosyolojik meseleyi tabii ki açıklıyor. Ama bugün Uşak da kent, İstanbul da kent ve ikisinin hiçbir istatistikî benzerliği yok: Ne suç istatistiği, ne eğitim istatistiği, vs. Hiçbir şey birbirine benzemiyor. O bizim sanayi toplumu sosyolojisiyle bildiğimiz bütün hikâye çökmüş durumda. Türkiye’deki mesele daha karmaşık ve o nedenle doğrudan tek bir cümlelik açıklamaları yok hiçbir problemin. Bir kere bizim öncelikle bunu içimize sindirmemiz lâzım.
Üç Türkiye, üç sosyolojik okuma
“2014’ten bu tarafa son beş yılda altı kere sandığa gittik ve 7 oy kullandık. Şimdi yedinci kere gideceğiz ve 4-5 oy kullanacağız. Beş yılın içinde 11 kere oy kullanmış olacağız. Hangi sayısal analizi yaparsanız yapın, karşınıza şöyle bir tablo çıkıyor: Karşımızda üç tane Türkiye var. Seçim gecesi ya da ertesi gün gazeteler veya televizyonların renklendirdiği “hangi ili kim kazandı” haritaları gözünüzün önüne gelsin: Bir HDP’nin siyaseten güçlü olduğu Doğu ve Güneydoğu var. İstatistikî anlamda birbirine benzeyen iller diye bir kümeleme yaparsak, Anadolu’da ağırlığı Kürt yurttaşların olduğu, yüzde 10-11 diye bildiğimiz HDP’nin oyunun ortalama yüzde 58 olduğu bir küme var. Burada AK Parti’nin oyu da yüzde 27. Sonra da İskenderun’dan İstanbul’a Batı’yı ayırın, bir de Artvin’e doğru bir üçgen çizin: Ak Parti’nin yüzde 57-58’ler ile yüzde 45’ler arasında dolaştığı ve siyasi rekabetin neredeyse 0’a yakın olduğu bir Orta Anadolu var. Belki biraz MHP’nin de var olduğu bir coğrafya. Bir de İskenderun ile İstanbul arasında kentleşmiş, belki de metropolleşmiş bir coğrafya var. CHP’nin var olduğu – ama hâkim olduğu değil. Yüzde 22 diye bilinen CHP o illerde yüzde 31. Ama AK Parti de yüzde 39-40.
“Bu üç coğrafyanın aynı zamanda üç ayrı sosyolojik okuması var. CHP’nin var olduğu coğrafyaya bakarsanız, bir yandan ekonomik aktörleri ve dinamikleri yeterince güçlenmiş, kalkınma ve modernleşme meselesinde en azından mesafe almış coğrafyalar. Dolayısıyla önceliği artık hukuk, özgürlük olan ama biraz sonra değineceğim varoşları gibi ya da hâlâ göç eden yeni insanları gibi, muhafazakârların da oldukça güçlü olduğu, AK Parti’nin yüzde 40’larda oy aldığı bir coğrafya. Orta Anadolu veya Karadeniz’e doğru üçgen dediğim orta bölüm var: Bakarsanız muhafazakâr hayat tarzının hâkim olduğu, ama hâlâ önceliği kalkınma olan – dolayısıyla Kırşehir’deki yurttaşın hâlâ devlet gelsin baraj yapsın, yol yapsın diye beklediği, özgürlükten, hukuktan, eğitimin kalitesinden önce oğlunun istihdam fırsatı diye baktığı ve sosyoekonomik gelişmişlik bakımından ülkenin hâlâ ortalamasının altında olan bir coğrafya var. Bir de Güneydoğu var, Kürtlerin, yani kimlik taleplerinin önde olduğu, ekonomik dinamiklerin neredeyse sıfıra yakın olduğu bir coğrafya. Bu üç Türkiye, üç ayrı çağ değişimi sürecinden geçiyor. Üçünün de ihtiyaçları ve talepleri farklı. Dolayısıyla Türkiye’de bir yandan sanayi toplumu ile bilgi toplumu olmayı bir arada yaşayan bir katmanlılık var, bir yandan siyaseten farklı ihtiyaç ve talepleri olan üç ayrı coğrafya ve üç ayrı katman veya hayat tarzı var. Bir yandan da baktığınız zaman kültürel olarak bütün bu dokunun yapısı farklı.
65 milyon, 15 metropolde toplanacak
“Biz dokuz yıldır kesintisiz olarak her ayın birinci Cumartesi ve Pazarı aşağı yukarı 2 bin 700 veya 3 bin 600 eve giderek farklı bir konuda Türkiye insanının nasıl davrandığını anlamaya çalışıyoruz. Bunların içinde ‘Türkiye insanı sorun dediği şeyi nasıl çözer’ – kimler konuşarak çözer, kimler dövüşür, ‘Türkiye insanı üzüntüsünü nasıl yaşar’ – kimler duaya sarar, kimler içkiye vurur – da var. ‘Türkiye insanı belirsizlikle nasıl mücadele eder’ meselesi de var ya da bu ay yaptığımız gibi ‘kadınlara bakış açısında nerede zihniyet değişiyor’ araştırması da var.
“Bir yandan da çok daha kapsamlı, aralarda yaptığımız hayat tarzı araştırmalarımız var. Onların verileri üzerinden baktığımız zaman bütün gözlemlerimizin ve hattâ entelektüel dünyanın ve siyasetçilerin de eksik gördüğü bir şey var: Türkiye’de hayat değişiyor, beğenelim ya da beğenmeyelim. Arzuladığımız yöne değişiyor olsun, eleştirdiğimiz yöne değişiyor olsun. Ama hiçbir şey statik ya da değişmiyor değil. Türkiye insanı değişiyor çünkü. O değişen dinamiklere bütün bu sözünü ettiğim dünyadaki ve Türkiye’nin içindeki karmaşıklıktan baktığım zaman, insanların hayatlarını değiştirirken ya da zihniyetleri değişirken hangi dinamikler tetikliyor diye baktığım zaman temel olarak gözlediğimiz birkaç mesele var.
“Bizim hesaplamamıza göre 10-15 sene içinde Türkiye nüfusu, Suriyeliler gibi eklemeler hariç, 87-88 milyona gelecek ve sonra da eğri aşağıya doğru kıvrılmaya başlayacak. Çünkü siyasi tahayyüller ne olursa olsun Türkiye’de doğum oranı düşüyor. 87 milyondan sonra nüfusumuz bir miktar azalmaya başlayacak, yani ölüm oranı doğum oranından fazla olmaya başlayacak. 87 milyona geldiğimizde çok muhtemelen 65 milyonu 15 metropole toplaşmış olacak.
“Metropol dediğimiz, bizim bildiğimiz geleneksel kentten farklı bir şey. Bir kere ilk defa bütün farklı kimliklerin bir araya geldiği bir yer. Mesela iş dünyasında ya da akademide ‘Y Kuşağı,’ ‘Z Kuşağı’ gibi birtakım sıfatlar kullanıyor – biz de diyoruz ki insanlara ‘Y’ ya da ‘Z Kuşağı’ olarak değil, çocukluğu metropolde geçip geçmediğine göre bakın. Şunu anlatmaya çalışıyorum: Mesela ben Denizli’nin Çal kasabasında doğdum ve büyüdüm. Monolitik bir kültürün, ahlâkî kodlamalarının olduğu bir kasaba sonuçta. Herkes Sünni, herkes Türk, herkes ayıp deyince, günah deyince aynı şeyi anlıyor. Hattâ fiziksel tip olarak bile herkes aynı. Dolayısıyla zenginle fakir arasındaki tek fark sofrasındaki etin gramı. Onun dışında benim doğduğum büyüdüğüm zamanlarda benim kasabamdaki evlerin sadece iki tanesi kiremitti, ki Ege’den konuşuyoruz, Doğu ya da Güneydoğu’dan da değil. Ben monolitik bir kültürün içinden geldim, büyüdüm. Hayatımızda Kürtler de var, Aleviler de var, Ermeniler de var, onlarla karşılaştığımda 19 yaşındaydım ve üniversiteye gelmiştim. Benim zihin dünyam monolitik bir zihin dünyasına göre biçimli. Halbuki benim kızım İstanbul’da doğdu, büyüdü. Evet, bayram sabahı karşı kapıyı çalıp ‘iyi bayramlar amca’ demeyi bilmiyor. Ben de ona bakıp eleştiriyorum. Ama o, anaokuluna daha ilk gittiği andan itibaren hayatta sarışın da esmer de olduğunu, Türk’ün dışında Kürt’ün, Ermeni’nin, Rum’un ya da Alevi’nin olduğunu, farklı ayıpların, günahların, renk tercihlerinin olabildiğini gördü. Dolayısıyla metropolde doğup büyümek hayatı müthiş biçimde değiştiriyor. İster üzüntü araştırmasına bakın, ister kadın meselesine bakın: Metropolde doğup büyüyenlerin referansları ve hayata bakışları çok daha çoğulcu. Bu kitle şu anda Türkiye nüfusu içinde yüzde 15, önümüzdeki 10-15 yıl içinde yüzde 35’e gelecek.
‘Kod adı Kanyon’ ve metropol-varoş ayrımı
“Yine metropollerin tetiklediği başka bir değişim var: Varoşlar meselesi. Sanayi toplumunun kır-kent tanımı bir şemaya dayanıyor. Yani kentleştikçe insanlar bu farklılıklarla kentlerde karşılaşacaklar, artık erişteyi yapmayacaklar da marketten hazır alacaklar, tatil deyince memlekete değil deniz kenarına gidecekler gibi bir şemaya bağlı. Ama metropollerin içinde, yani yüzde 50’nin içinde bir yüzde 20, ya da ülke nüfusunun içinde bir yüzde 8 var ki, bizim varoş diye adlandırdığımız mahallelerde yaşayan, oralara baktığımız zaman reel dünyaları ya da gündelik hayat pratikleri eski bildiğimiz kır ritminden bile daha düşük veya daha geride. İster kadın meselesinden bakalım, ister çocuklara dair bakışa, ister ev içindeki şiddetten bakalım. Onun için bu örneği sıkça veriyorum. Mesela ‘Rızam dışında evlendirildim’ diyen var hâlâ. Türkiye’de yüzde 6,5-7’ye gerilemiş durumda. Varsayılır ki bu insanlar daha çok Doğu ya da Güneydoğu’da ya da kırlarda, köylerde, ülkelerin eğitimsiz kesimlerinde… Kıra yakıştırdıklarımızdan daha farklı, daha yoğun başka bir hayat tipi var varoşlarda. Hayat dayattığı için, şu ya da bu nedenlerle… Doğru veya yanlış diye söylemiyorum. Ben ‘kod adı Kanyon’ diyorum. Kanyon’dan çıkıp sağa dönerseniz Levent var, başka bir değerler dünyası ve gündelik hayat pratiği. Sola dönerseniz ise Gültepe, Çeliktepe var, başka bir değerler dünyası ve başka bir gündelik hayat pratiği. Bu iki ayrı dünya arasında bile eski bildiğimiz kır-kent ayrımından daha derin farklar var. Dolayısıyla biz analiz yaparken kır-kent ve metropollerin varoşları-metropollerin standart alanları diye bir yerden yapıyoruz. Bir zig zag yapıyorum, yani kırsal değerlerin arttığını düşünüyorum metropollerin varoşlarına geldiğim zaman.
‘Tokileşme’ ve bireysel alışkanlıkların değişmesi
“Metropolleşmeyle beraber başka bir değişim daha var: Apartmanlaşma. Aşağı yukarı son on senede bile yüzde 30’lardan yüzde 60’lara geldi. Ben de bu ‘Tokileşme’ denilen süreci çok eleştiriyorum. Bir kere son derece gayrı estetik, son derece gayrı insani. İşin ekonomik ve çıkar taraflarını bir yana bırakın, her şeyi ile bizim mahalle kültürümüzün yok olduğu başka bir dünya. Ama apartmanlaşma bir yandan da başka bir şey üretiyor: O apartmanlar göçle gelmiş insanların hayatında bir sıçrama. Apartmanlaşma dediğimiz şey mutfağın değişmesi demek. Yer sofrası masaya kalkıyor, mutfak set üstüne çıkıyor. Mutfakta sahip olunan eşyalar değişmeye başlıyor. Ben ‘bulgur aşı, bulgur pilavına dönüyor’ diye kodluyorum. Ve ilk defa yer sofrasından masaüstüne kalktığında, o televizyon programlarındaki yemek tariflerine göre sofra kurmaya özenmeye başlıyorlar. Ama o insanlar açısından bakarsak, bizim buradan entelektüel taraftan bakıp eleştirerek o ‘Tokileşme’ dediğimiz süreç, o insanların her birisi için kendi hayatlarında bir sıçrama. Doğru veya yanlış, hayatın doğrusuna doğru akıyor ya da akmıyor tartışabiliriz. Ama o insanlar için bir sıçrama.
“Doğalgazla ısınma örneği: Son 10 yılda bile yüzde 30’lardan yüzde 52-53’lere gelmiş. Doğalgazla ısınma neyi değiştiriyor? Ben az önce sözünü ettiğim monolitik kültürden geliyorum. Soba yanarken evin içindeki bir mekânda, bir odada soba yanıyor. Dolayısıyla büyükler ve çocuklar aynı mekânın içinde. O nedenle bizim kültürde büyükler gelince çocuklar toparlansın, büyüklere yer versin kodlamaları var. Gelenekler sobanın etrafında, o mekânsal dayatmanın sonucunda tekrar üretiliyor. Halbuki şimdi apartmanlaşma ve doğalgaza geçişle beraber her oda ısınıyor. Her oda ısındığı için çocukların odaları var. Mahrem duygusu gelişiyor ilk defa orada oturan insanlar için. Artık o en eğitimsiz gördüklerimizin çoğunluğunda bile çocuğunun odasına kapıyı vurarak girme alışkanlığı var. Zihin dünyalarında önce çocuklar üzerinden, sonra kadınlar üzerinden hayat değişmeye başlıyor.
‘Kente göç edenlerin dayanışma ağları AK Parti’ye dönüştü’
“Daha önemli bir şey: Yeniden üretilen gelenekler çözülüyor, o gelenekler artık metropollerin içinde ve doğalgazlı apartmanların içinde yeniden üretilemiyor. Mesela siyasette hemşehrilik hâlâ çok kullanılır: Dayanışma ilişkileri ve kodlamaları değişiyor. Bugün AK Parti’nin, hayatın kılcal damarlarına kadar nüfuz etmesini sağlayan şey, AK Parti’nin var oluşundan da önce göçle İstanbul’a gelen insanların ya da büyük kentlere gelen insanların cami cemaatleri etrafında oluşturdukları dayanışma ağları. Bu dayanışma ağları sonunda bir AK Parti cismine dönüştü, AK Parti olduğu için o ağlar oluşmadı. Onun için öyle kolay sökülemiyor ve hayatın bütün kılcal damarlarında.
“Gültepe ya da Çeliktepe örneğini alın: Zincirlikuyu’daki mezarlıktan itibaren o Özdilek, Kanyon diye giden sıra yan yana ilaç fabrikalarıydı. O arkada gördüğünüz Gültepe, Çeliktepe de Bayburtlu ve Gümüşhanelilerin gelip o ilaç fabrikalarına girdikten sonra oluşturdukları mahallelerdi. O mahalleler etrafında, mahalle mantığıyla örgütlendikleri için, hâlâ dayanışma ilişkilerini, hâlâ kız alıp vermek, hâlâ cenazesi olduğu zaman ya da sünnet ettiremediği çocuk için yardım istemek cami cemaati etrafında veya o mahalle içinde veya hemşehrilik içinde çalışan bir mekanizmaydı. Halbuki şimdi Tokileşme dediğimiz süreçle beraber mahalle yok, karşı komşu da yok. Artık komşu, televizyondaki programlarda seyrettikleri insanlar. Komşu tanımı veya dayanışma tanımı da değişiyor ve giderek o karşı komşuyla, o eski bilindik komşuluk ilişkisi gelişemediği için, mahalle kültürü kaybolduğu için, ne çocukların arkadaşlıkları ne de kadınların günleri mahalle bazında çalışmıyor. O zaman da daha soyut bir yere doğru, daha soyut kimliklerine doğru çekilmeye başlıyorlar. O zaman işte Türk olmak Kürt olmak, dindar olmak seküler olmak çok daha anlamlı hâle gelmeye başlıyor, çünkü Denizlili olmayı, Uşaklı olmayı ya da Gümüşhaneli olmayı çalıştıramıyor. Artık bu fiziksel dağınıklık içinde onunla ilişki kuramıyor. O zaman da daha soyut kimliklerine doğru sığınmaya, oralardan destek üretmeye, oralardan kodlamalar üretmeye çalışıyor.
Bireyselleşmeyle beraber aile duygusu da gelişiyor
“Bütün buna karşılık, sanayi toplumundaki bireyselleşme bizde yok. Bireyselleşmekten benim kast ettiğim bireysel kariyerini öne koymak, bireysel özgürlüklerinin peşine düşmek, aile veya vatandan önce kendi bireysel hazzını, keyfini, başarısını, kariyerini koymak. Türkiye’de son 10 yılda bu bireyselleşme yüzde 20’lerden yüzde 50’lere çıkmış durumda. Ama yine Türkiye insanı kendince bir başka sentez üretiyor: Bireyselleşme gelişirken aile duygusu da gelişiyor. İlginç bir biçimde. Yani hiç sanayi toplumunun tarif ettiği şemaya uymuyor. Bir yandan bireyselleşme gelişiyor ama bir yandan da ailenin bütün soyu, onuru, namusu, şerefi, ailenin sınıf atlama arzusunun taşıyıcısı çocuklar hâlinde hâlâ. Onun için ortada bir yerde daha kendince bir sentez üretiyor.
“Aile kültürü ve aile kavramı değişiyor. Türkiye’de hane başına nüfus şu anda 3.7’ye düşmüş durumda. Yani sanayi toplumunun tarif ettiği o çekirdek aileye dönüyor bir yandan. Ama bizim aile araştırmalarımızın gösterdiği şey ise şu: Biz ona ‘duygusal geniş aile dedik,’ aslında tanım da bize ait değil, Çiğdem Kağıtçıbaşı’na ait. Evet, hanelerdeki fert sayısı azalıyor ama dayanışma ilişkileri ve hayatta varoluş, anlamlandırma alanı daha duygusal soyut bir aile kavramı üzerine biniyor. Çünkü iletişim ve ulaşım olanakları sayesinde eskiden olduğundan daha yoğun bir iletişim içindeler. Sizin ailenizde de herhalde öyledir, ben benimkilere bakıyorum: Önceden aynı kasabadayken görüştüklerinden daha yoğun görüşüyorlar. Bir kere her Cuma ‘hayırlı Cumalar’ telefonu, Pazar günleri ‘çocuklar ne oldu,’ ‘evlilikler iyi gidiyor mu,’ ‘okulu kazandı mı, sınavı geçti mi’ telefonu… Hepsi aynı kasabada yaşarkenkinden daha fazla detay sahibiler. Dün akşam ne yediklerini biliyorlar, ki biri Aydın’da, biri İzmir’de, biri İstanbul’da. Eskisinden daha yoğun bir ilişki içindeler. Onun için aile kavramı daha soyut bir yerde çalışıyor, o bildiğimiz hane içinde değil.
Türkiye insanı kadere teslim değil
“Çocuklar hem ailenin onurunun, şerefinin taşıyıcısı hem ailenin umutlarının taşıyıcısı çünkü Türkiye’de eğitim oranı hâlâ son derece düşük. Şu anda bile yetişkin nüfusun içinde üniversite mezunları yüzde 15-16, lise mezunları da yüzde 29-30. Gençlerde çok farklı bu, yeri geldiği için söyleyeyim. 30 yaşın altında, gençlerde üniversite mezuniyeti yüzde 22, üstelik kadınlarla erkekler arasında fark yok. Halbuki önceki kuşaklarda dehşet bir fark var. Ortalamaya vurduğunuz zaman da üniversite mezunu hâlâ yüzde 15-16. Meslek sahipliği zaten yüzde 10-15’in altında. O zaman benim ilkokul mezunu terzi babamın toprak damlı evden kurtulması için bir tek umudu var; eğer göç alan bir yerde yaşamıyorsa ve kent rantının yarattığı fırsattan yararlanamıyorsa, piyango da çıkmadıysa doğal yolla toprak damlı evini kiremitli eve çevirebilmenin bir tek yolu var: Oğlu okuyacak, geleneklerine bağlı bir insan olacak ve aileyi de daha iyi bir hayata doğru taşıyacak. Nitekim benim kuşağım bütün kız kardeşlerinin beyaz eşyalarını almıştır, bütün yeğenleri, kuzenleri okutmuştur ve hâlâ da ilişki büyük kitle için böyle çalışıyor. Dolayısıyla çocuğun bireyselleşmesi ve ‘önce kendi kariyerim’ demesi ailenin de işine gelen bir şey değil. Çünkü ailenin o zaman kendi var olan koşullarına, yoksulluğuna razı olması demek. Kimse de ona razı değil, herkes daha iyi bir hayatı arzu ediyor, hak ettiğini düşünüyor ve onun için de çabalıyor.
“Bir kere ‘Türkiye insanı kaderci’ diye bir ezberimiz var, Türkiye insanı kaderci değil. Kadere inanıyorlar, ama kadere teslim değiller. Kadere teslim olan bir ülkede yetişkin nüfusun yüzde 50’si böyle göç eder mi? Nereye gittiğini, nasıl bir hayatla karşılaşacağını bilmeden… Herkes bir avanak balinayı oltayla yakalar mıyım hesabı yapıyor ama kimse akşam yemeği hesabını da avanak balinaya göre yapmıyor. Onun için ikili hayatlar yaşıyoruz.
“Bu ikilikler üzerinden birkaç tane başka şey söyleyeyim size: Bir, Türkiye insanı bireysel hayatıyla ortak hayatı iki paralel evrende gibi yaşıyor. İki evrenin farklı iyileri, doğruları, güzelleri var. İki evrenin farklı alışkanlıkları var. Kast ettiğim şey şu: Bireysel hayatta Türkiye insanı son derece çoğulcu. Gündelik hayatında şu anda bile kapısına gidip sorduğunuzda ‘Kürt gelin istemem’ diyenler yüzde 58. Halbuki dört milyon Türk, dört milyon Kürt ile birinci derece akraba. Bu dört milyon içinde hiç duydunuz mu bunca gerilimden sonra, ‘damat ve gelini boşayalım, alıp gelelim’ diyeni? Çünkü o ‘tanıdık ve iyi niyetli Kürt’ ya da ‘samimi, yürekten inandığı için dindar teyzemiz’. Ya da samimi solcular, ‘İyi adam, hoş adam da işte bu Allahsızlığı olmasa’… Ama sokağa döndüğü zaman, camın öbür tarafına baktığı zaman ‘bütün Kürtler bölücü,’ ‘bütün dindarlar Şeriatçı,’ ‘bütün solcular ahlâksız,’ ‘her hak talebinin ucu ahlaksızlığa çıkıyor’… Sokakta ise son derece korkak Türkiye insanı.
Güçlü devlet istiyoruz, yeter ki hanemize değmesin
“Kendi hayatında kadere teslim değil, kendi bireysel hayatındaki sorunları çözmek için her türlü gayrımeşru veya meşru yolu deniyor. Hiç de bundan gocunmuyor. Hepimiz öyleyiz aslında, kendinizden paha biçin, şimdi buradan çıkıp giderken trafik polisiyle karşılaştığımızda ehliyetimizi kaptırmasak diye kaçımız para vermez, bir kendinizi yoklayın. Ama sokaktaki hayata farklı bakıyoruz. Çünkü Türkiye insanı devleti ve hukuku ‘hayatı düzenleyen mekanizmalar’ diye anlamıyor, ‘hayatı denetleyen mekanizmalar’ diye anlıyor. Denetleyen mekanizmalar diye anladığı için de yeri geldiğinde kuralların kenarından dolaşıyor… İmar barışına 8.5 milyon insan başvurmuş, yani yetişkin nüfusun yüzde 15’i. Sanıyor musunuz ki o 8.5 milyon sadece AK Parti’ye oy verenlerden oluşuyor? Çevrenizden bir bakın, kendinizden bir yoklayın. Bireysel hayatımızda çünkü sorun çözücüyüz, çoğulcuyuz, umutluyuz, hayalciyiz. Kimse hanenin içindeki o koşulların değişmeden kalmasına razı değil, o yüzden tırmalamaya devam ediyor, ummaya ve hayal etmeye devam ediyor.
“Ama ortak hayata döndüğümüz zaman, ortak hayatta hiçbir sorunumuza müdahale etmek için mekanizma yok bir kere. Böyle bir toplumsal deneyim-birikim de yok, toplumsal bellekte bir örnek de yok. Bildiğimiz hep bireysel dayanışma ilişkileri. Dolayısıyla sokakta ne kadar korkaksak, devlet istiyorsak, çok güçlü hukuk istiyorsak, o hukuk ve devlet bizim hanemize değmesin istiyoruz. Daha iyi derdimi anlatabilmek için şu örneği vereyim: Ben Konda’da her şeyi iyi yapıyorum, sigorta ve vergisini düzgün veriyorum ve bana devlet ve hukuk karışmasın istiyorum. Kendimi böyle tanıyorum. Ama sokağa dönüp bakıyorum, bütün araştırma sektörünün başından vergiciler, devlet denetimcileri eksik olmasın diyorum. Böyle paradoksal bir davranış biçimimiz var.
Mahalle baskısı metropollerde işlemiyor
“İkinci bir başka paradoksal davranış biçimimiz: İyi, doğru, güzel diye tanımladıklarımızla gündelik pratiklerimiz arasında müthiş bir yarılma var. Hepimiz kırmızı ışıkta geçmenin yanlış olduğunu biliyoruz, hepimiz iki katlı ruhsatla üçüncü katı çıkmanın da yanlış olduğunu biliyoruz. Hepimizin – bizler dâhil, sadece yoksullar ya da AK Partililer, ya da fırsatçılar veya oportünistler değil – ev alırken o imar ruhsatının uygun olup olmadığı hakkında çok net bir fikrimiz var ve de alıyoruz. 8.5 milyon insan başvurmuş. Ama pratiğe geldiği zaman farklı davranıyoruz. Çünkü yine devlet ve hukuka güvenmediğimiz için ‘ben yapmazsam, öbürleri yapıyor’ diyoruz. Özellikle metropollere geldikçe; o mahalle baskısı dediğimiz meşhur kavram artık metropollerde çalışmıyor. Uşak’ta, Kütahya’da ya da Tokat’ta tanış olduğunuz bir evren içinde o karşılıklı denetim, o ayıp-günah algıları bir biçimde çalışıyor. Ama metropole geldiğimiz zaman o ayıp-günah algıları artık çalışmıyor, mahalle baskısı da yok oluyor çünkü karşı kapı komşumuzla da ilişkimiz yok. Dolayısıyla başka bir dünya kuruyoruz. O dünya iyi midir, kötü müdür başka bir mesele ama o eski bildiğimiz modelleme çalışmıyor.
‘Şaban, Recep İvedik’e dönüyor’
“Kendi hayatında umutlu olmak, hayalci olmak, sorun çözücü olmakla ortak hayatta korkak, garantici olmak, bile bile yanlış yapmaya teşne hâlimizden dolayı, mehteran yürüyüşünün bizim icat etmiş olmamızın bir sebebi olmalı diye bir teorim var benim. Oldum bittim Türkiye insanı birer adımlık hareketler yapıyor. Çekirge gibi sıçramıyoruz, oradan oraya üç adım savrulmuyoruz. İster siyasetçiyle, ister herhangi bir markayla, gazeteyle, yazarla ya da sivil toplum örgütüyle ilişkimiz olsun, çekirge gibi sıçrayarak ilişki kurmuyoruz. Birer adımlık hareketler yapıyoruz. Herhangi bir zeytinyağı markasıyla da ilişkimiz böyle, herhangi bir siyasi liderle de ilişkimiz böyle. Önce bir adım atıp yokluyor ve bakıyoruz, sonra bir adım daha atıyoruz… Mehteran yürüyüşündeki gibi, geri giderken de böyle. Sadece bu söylediğim bile yerel seçimlerde ne olup ne olmayacağının ipucu. Geri giderken, çözülürken de birer adım birer adım gidiyor. Oradan oraya zıplamıyor.
“Bir başka davranış kodlamamız: lümpenleşiyoruz. Türkiye insanı özellikle metropollerde ve o mahalle baskısı da ortadan kalktıkça, ‘beni ayıplayacak’ dediği insanlar olmayınca, onu denetleyen gözlerin olmadığını fark ettiği andan itibaren artık daha rahatça doğru olduğunu bildiğinden farklı davranma cesareti buluyor. Dolayısıyla ‘Şaban, Recep İvedik’e dönüyor’ diyorum ben. Eskiden o kente gelip Şaban’ın naifliği ile kente kendini kabul ettirmeye çalışan, kente tutunmaya çalışan o Çeliktepe’yi, Dolapdere’yi inşa etmiş insanlar… Artık Çeliktepe’yi, Dolapdere’yi inşa etmeye razı değil. Doğrudan Kanyon’dan pay istiyorlar. Hayat o kadar hızlı akıyor ki – sadece göçle gelen insanlar değil, bizler bile 140 karakterle, bir veciz cümleyle bütün hayatı ve siyaseti, bütün bu karmaşayı çözdüğümüzü sanıyoruz. Artık hiçbirimiz beş dakikalık videoları bile izlemiyoruz. 40 saniyede dikkatimiz dağılıyor. Hiçbirimiz artık bir köşe yazısını tam okumuyoruz. Hepimiz birinci paragrafla son paragrafa bakıyoruz. Ülkemizin bütün entelektüel beslenmesi Yılmaz Özdiller ile Rasim Ozanlara kaldı.
“Baktığınız zaman bu özetlediğim hikâye bütün Batı ülkelerinde de aynen böyle. Bizde, başta söylediğim gibi, dozu çok daha yüksek ve çok daha sert. Çünkü bizdeki süreçler çok daha karmaşık bir yerden çalışıyor. Böyle bir hayatın içinden geldiği için insanlar ve bu dinamiklerle hareket ettikleri için hem kimliklere sıkıştı hem de kutuplaştı. Kutuplaşma tabii ki siyasi olarak başladı özü itibariyle. Tarihimizde 1950’lerden önce ve 50’lerde yaşanmış bir süreç var. 80’lerden önce yaşadığımız bir süreç var, ‘sağ-sol çatışması’ diye kodlanan. Ama bugünkü kutuplaşma bütün bunlardan farklı. Bugün yaşadığımız kutuplaşma sadece siyasetten ibaret değil. Hem kimliklerden beslenen bir tarafı var, hem biraz önce sözünü ettiğim tarihsel bir tarafı var. Hem kültürel kimliklere yaslanıyor hem ekonomik sınıfsal fay hatlarına yaslanıyor. Dolayısıyla bugünkü kutuplaşma, lümpenleşmeyle birlikte dikkate alırsanız çok daha sert, çok daha keskin ve üstelik daha çatışmacı bir eğilim taşıyor.
“Bizim hesaplamamıza göre her üç insanın aşağı yukarı ikisi şu anda herhangi bir problemi, o problemi kendi dinamikleri içinden değerlendirmeden kategorik olarak pozisyon alıyor. ‘Tayyip Erdoğan dediyse doğrudur’ diyen bir 3’te 1 var. ‘Tayyip Erdoğan dediyse kesin yanlıştır, bunun içinde ne hesap vardır kim bilir’ diyen bir de 3’te 1 var. Az veya çok, ama toplumun 3’te 2’si artık hiçbir siyasi meseleyi aklıselim içinde tartışmadan karar veya pozisyon alıyor.
‘Hayat tarzlarımızdan beslenen korkular dünyamız var’
“Türkiye insanının beklentileri kimliklere göre, tercihlere göre, cinsiyete göre fark etmiyor. Herkesin beklentisi öncelikle ekonomik, çünkü bizim insanımız hanenin dirliği, düzenliği diyor. Ben futbol deyimiyle ‘toplum 3-5-2 düşünüyor’ diyorum. Kalede geçim, hanenin asıl düzenliğini sağlayan hanenin geliri. Savunma hattındaki üçlü de hanenin eğitim ihtiyacı, hanenin sağlık ihtiyacı, hanenin güvenlik ihtiyacı – konut, asayiş vs. de dâhil olmak üzere. Dolayısıyla ister Kürt olsun ister Türk, ister AK Partili olsun, ister CHP’li, ister dindar olsun ister ateist, herkes ekonomik bir yerden bakıyor meseleye ve orada ortaklık var.
“Oradaki çelişkiler bildiğimiz sanayi toplumundaki çelişkiler. Ama her kültürel kimliğin farklı korkuları var. Dindarlar ‘dinimiz bozuluyor, din elden gidiyor, gençler dinden uzaklaşıyor’ diye endişe ediyor. Hatırlayın, Diyanet bile bu tartışmalara dâhil oldu son bir yıldır, çünkü gerçekten de öyle ayrıca. Milliyetçiler ‘ülke bölünüyor, Batı ülkeyi bölecek’ diye. Sekülerler ise ‘tüm özgürlük alanlarımız gitti, bu ülkede bize hayat hakkı tanımayacaklar’ diye… Kültürel kimliklerimizden ya da hayat tarzlarımızdan beslenen bir korkular dünyamız var. Korkularımız her kesim için de farklı. Ama asıl duygularımız siyasal. Dolayısıyla siyasetçilerin yaptığı şey o gerçek, reel problemleri konuşmak yerine korkular üzerinden bütün duygularımızı manipüle etmeye çalışmak. Medya da buna aracılık ediyor, lümpenleşme bunu çoğaltmasına aracılık etmiş oluyor… Dolayısıyla 140 karakterde ancak birbirimize küfürler ya da büyük hükümlü korkular yazabiliyorsunuz. Açıklamalar ya da geleceğe dönük başka analizler yazma imkânı kalmıyor.
“Kutuplaşma öyle bir noktaya gelmiş durumda ki sadece kimlikler değil, hayat tarzları kutuplaşmasına dönüşmüş durumda. Her yerde bu örneği veriyorum, şimdi söyleyince sizler de hak vereceksiniz: Herhangi bir markete girerken her dört tüketiciden birisinin kafasında içeride ‘bedava bile olsa almam’ dediği bir marka var ve bu tanımı siyasetten yapıyor. Ben işletmecilik okudum, 27 sene sanayi şirketlerinde müdürlüğüm var. Ne teoride ne pratikte böyle bir problem bilinirdi. Kültürel kimliklerin tüketim ilişkisi bilinir – haram ve helal gıda ya da her toplumun kendi duyarlılığı olduğu meseleler bilinir, üretici de satan da bilir, ambalaj ve üzerindeki uyarılar, etiketler ona göredir – ama siyasi kimliklerle tüketim ilişkisi ne literatürün ne dünyanın bildiği bir örnekti, ta ki Türkiye’ye gelene kadar. Ama hatırlayacaksınız, 2007-2008’den önce ‘yeşil sermaye’ boykot listeleri vardı. Öbür tarafta da ‘Siyonist’ markalara boykot listeleri var ama. Tek taraflı değil. Eğer o dörtte bir monoblok olsa ve bir bankayı boykot ediyoruz dese, dörtte bir tüketici o bankayı batırabilir, yönetemezsiniz o problemi. O dörtte bir blok dağınık. Ama bu yönetilebilir bir problem değil. Giderek hayat tarzı kutuplaşmasına dönüşmüş durumda.
Ekonomik fay hatları, kültürel fay hatlarından henüz baskın değil
“Dolayısıyla Türkiye’deki kutuplaşma giderek öyle bir duruma geldi ki, öbür tarafı korkutmak için icat ettiğimiz öcü masalları şimdi kendi hortlaklarımız oldu. O kadar büyüttük ki o öcüleri kendimizi korkutuyoruz onlarla. Ya da öbür taraftan kaçınıyoruz diye kendi ördüğümüz duvarlar hapishanelerimize dönüştü. O hapishanelerden çıkamıyoruz. Dolayısıyla aynı metropolün içinde, bir yerde bir partinin yüzde 75 oy, bir yerde başka partinin yüzde 75 oy aldığı başka örnekler yok. Neredeyse coğrafya olarak değişiyoruz. Önümüzdeki yerel seçime örnek olsun diye size bir örnek vereyim: Üsküdar mesela. Kadıköy’e, Beyoğlu’na, Beşiktaş’a sığmadığımız için bir kısmımız Üsküdar’a taşınıyoruz, çünkü ulaşımı kolay, Marmaray var, motorlar var. Üsküdar’ın demografisi değişiyor ve CHP sanıyor ki 2015’te emekli bir müftüyü aday yaptığı için o kadar oy aldı. Halbuki biz Kadıköy’e, Moda’ya, Koşuyolu’na sığmadığımız için artık Üsküdar’a sarktık. Onun için kim aday olursa olsun, CHP’nin Üsküdar adayının yüzde 40-45 oyu zaten garanti.
“Ama aynı mahallenin tersi var – Fatih, Sultanbeyli, Bağcılar diye baktığınız zaman. Bu kutuplaşma siyaseten de gündelik hayat tarzları üzerinde de müthiş bir etki üretiyor. Öyle bir noktaya geldik ki mesela biz araştırmalarımızda artık yaş, cinsiyet, eğitim seviyesi gibi demografik soruların yanı sıra bir demografik veri olarak – bulgu olsun diye sormuyoruz, demografik ölçü olarak – ‘akşamları ana haberi izlemek için hangi kanalı açıyorsunuz’ sorusunu soruyoruz. Derdimiz Fox’un ya da ATV’nin reytingini bulmak değil. Ama şunu biliyoruz ki ister üzüntü araştırması yapalım ister mutluluk, FOX izleyenlerle ATV izleyenlerin mutluluk ve üzüntüleri farklı. Size ilginç bir şey söyleyeyim: ‘Erkek çocuğunuz için ideal meslek nedir’ diye sormuşuz. Fox’tan haber izleyen bir tane bile insan dememiş ki ‘çocuğum polis olsun.’ ATV’den haber izleyen bir tane bile insan dememiş ki ‘çocuğum asker olsun.’
“Bütün bu hikâyenin içinde şöyle bir şey oluyor: Ağustostan beri yaşadığımız bu ekonomik sarsıntı, kültürel kimlikler kadar, ekonomik fay hatlarının da harekete geçmesine neden olmuş durumda. Ama henüz o ekonomik fay hatları ya da sınıfsal fay hatları kültürel kimlikler arası fay hatlarına baskın gelecek kadar da güçlü değil. Onun için iktidar tüm bildiği yöntemlerle kriz algısını yönetmeye çalışıyor. Ne marketlerde fiyat artışına ne bankaların faiz artışına izin veriyor. Bir şekilde o duyguyu denetlemeye çalışıyor ki o ekonomik sınıfsal fay hatları kültürel kimliğe baskın gelmesin. Ama yine de bu ne üretiyor? Bir yandan kutuplaşmanın kimliklere sıkışması var, bir yandan ekonomik fay hatlarının zorlanması, hanenin dirliğinin ve düzenliğinin riske girmesi var.
Tasarruf yapamayan ve geliri olmayan hane sayısı artıyor
“Örneğin Şubat ayında ‘ben tasarruf yapabildim’ diyen hane sayısı sadece yüzde 12. Yüzde 23-24 hanede gelir, giderden eksik olmuş. Hattâ bunların yarıya yakın bir kısmında gelir sıfır. Gelirin sıfır olduğu bir hanede buna katlanmanın nasıl bir şey olduğu konusunda kendinizi yoklayın. Ülkedeki bu kadar kutuplaşmış siyasi problemlere bu gerçeklik üzerinden bakın, işin vahametini anlarsanız. Yüzde 65 hanede ise gelir sıfır veya bir, yani eğer 30 gün sonra gelecek bir geliri varsa, az veya çok, o gelire göre kurguladığı bir hayata yaslanıyor. Yedi gün makarna yiyor olabilir, yedi gün makarna yiyip iki gün köfte yiyor olabilir ya da beş gün makarna yiyip iki gün aç yatıyor olabilir… Ama işsiz kaldığı an ya da o gelir kesildiği an ne tasarrufu var ne de dayanacak gücü var. Onun için sıfır veya bir diyorum.
“O yüzde 23-24 hane ne yapıyor? Yarısı aile dayanışması içinde hayatı göğüslüyor veya belediyelerin ve merkezî hükümetin verdiği yardımlarla hayatlarını sürdürmeye çalışıyor. Ekonomik durum bu. Ama bir yandan da kültürel kimlikler – dikkat ederseniz, onun için bütün seçim kampanyasını hâlâ kutuplaşma üzerine sürdürüyorlar – hâlâ baskın. Bu ekonomik koşullar devam ederse, bu yerel seçimlerde kültürel kimlikler arası kutuplaşmayı aşacak bir dinamik güce erişir mi erişmez mi bilmiyoruz. Ama hükümetin çabası, işin dozunun oraya varmamasını sağlamak.
Bir başka gerçeklik var: kutuplaşma, lümpenleşme, ortak hayat ile bireysel hayatı ayırma ya da doğruyla yaptıkları arasındaki yarılma gibi bir sürü sebepten dolayı giderek toplumun hakikatle bağı kopuyor. Çünkü tek taraflı besleniyor: Sadece ATV, A Haber, TRT’den haber dinleyenlerle Fox, Halk TV gibi muhalif kanalları dinleyenler arasında bütün meselelere bakışta gece ile gündüz kadar fark var. Ama dövizin artışı deyin, ama enflasyona bakış deyin, ama Kürt meselesinin çözümü deyin, ama AB deyin… O nedenle de hakikatle bağı koptuğu için, Boğaz’ın altında 17 trilyonluk Contorium diye bir element olduğuna inanıyor. Bu arada kimyada Contorium diye bir element yok. ‘Batılılar çıkarmamıza izin vermiyor’ sorusuna doğru diyen insanlar yüzde 45 ve sanmayın ki bu kişiler yalnızca AK Partililer ya da eğitimsizler. CHP’liler ve üniversite mezunlarında da bu böyle. Ya da ‘2023 yılında Lozan bitiyor, ülke doğal yolla zaten bölünecek’ sorusuna inananlar yüzde 50’ye yakın. Dolayısıyla komploculuk her tarafımızı sarmış durumda. Aklıselimi kaybediyoruz bir yandan da.
Bloklar arası oy geçişi son derece düşük
“Bir başka mesele de: Oylar bir yandan çözülüyor ama bir yandan da insanlar karşı tarafa geçemiyor ya da parti değiştiremiyor. Bloklar arası oy geçişi son derece düşük. Daha sosyolojik yerden bakalım: Hangi istatistikî analizi yapıp grafiklerseniz grafikleyin, Türkiye toplumunu açıklayacak iki tane temel eksen var. Bir tane eksen sosyoekonomik gelişmişlik diyebiliriz – yani eğitimin yüksek seviyeden düşük seviyeye doğru olması veya gelirin yüksekten aşağı doğru azalıyor olması. Ama o ekseni açıklayan bir şey daha var: Dindarlık seviyesi. Dindarlık seviyesi de aynı eksen üzerinde hareket ediyor. Yani geliri yüksek, eğitimi yüksek ya da beyaz yakalı çalışanların olduğu üst noktada dindarlık seviyesi gayet düşük, aşağıya doğru indikçe daha da yoğunlaşıyor. Dolayısıyla o eksenin iki köşesinde iki parti var. O parti bunu az ya da çok hak ediyor tartışması ayrı. Bir başka eksen daha var ki etnik aidiyet. Beğenelim, beğenmeyelim hangi seçimi analiz ederseniz edin, hangi araştırmayı yaparsanız yapın özellikle siyasi meselelere geldiğiniz zaman etnik aidiyetin olduğu bir eksen daha görüyorsunuz. Onun da iki tane partisi var: MHP ile HDP.
Seçim değil, kimlik sayımı yapıyoruz
“Gözlemlediğimiz şey son 10 yıldır bütün bu gelişmelere ve değişimlere rağmen siyasi pozisyon olarak Türkçü ve dinci köşelerin giderek hemhâl olması. Yani MHP-AK Parti ittifakı sadece bir siyasi ittifak değil. Sosyolojik ve kültürel olarak çok daha önceden başlamış bir hemhâl olma durumu var. Dolayısıyla sayısal olarak baktığınız zaman bir tarafta yüzde 55-60’lar mertebesinde Anadolu diyebileceğimiz bir küme var. Bir tarafta yüzde 25’ler diyebileceğimiz Beşiktaş, Kadıköy, Ankara’nın Çankaya’sı, İzmir’in Göztepe’si var. Bir de yüzde 15 Hakkâri, Diyarbakır var. Bu kutuplaşmalar ve kimlikler içindi siyasetin oyununu oynadığımız sürece sayılar aşağı yukarı bunun içinde teşekkül ediyor. Onun için ben diyorum ki biz seçim yapmıyoruz, kimlik sayımı yapıyoruz. Onun için de oy oranları o gün bir zahmet edip evinden çıkıp oy vermeye gidenlerin sayısına göre değişiyor. Ama özü itibariyle değişmiyor.
“Dolayısıyla gözlemlediklerimiz ve bulgularımız gösteriyor ki henüz bu kutuplaşmayı aşacak oy geçişkenlikleri, siyasi tercih değişiklikleri olmuyor. O nedenle Kürtler dâhil, AK Parti seçmeni de dâhil herkes kendi partisinden şikâyetçi. Amma velâkin henüz kimse de diğer partiye geçmiş değil. Dolayısıyla 1 Nisan sabahı karşımıza çıkacak tabloyu belirleyecek dinamik her şeyden önce Ekrem İmamoğlu’nun ya da Binali Yıldırım’ın karşı bloktan yüzde kaç oy aldığından daha çok, kendi seçmenlerini ikna edip, inandırıp, heyecanlandırıp yeniden sandığa götürüp götürememeleri. Nitekim hatırlarsanız 7 Haziran’da AK Parti’nin yüzde 41’e düşüp sonra 1 Kasım’da 50’ye çıkarken aradaki o 8 puanlık farkın 4 puanı 7 Haziran’da sandığa gelmeyen AK Partililerdendi. 1 Kasım’da da CHP, seçmenleri sandığa gelmediği için puan kaybetti. Dolayısıyla bu yerel seçimde de hangi partinin seçmeninin ne kadar geleceğini bilmiyoruz.
“Siyasi tabloya dair bir başka gerçeklik de şu, Türkiye’de siyasi rekabet eksik. Yine üç Türkiye analizinden hatırlarsanız, Türkiye’de 81 ilde rekabet yok. Belli coğrafyalarda farklı rekabetler var. Hiç kimse CHP’nin 35-38’e gelip gelmediğini, iktidarı yakalayıp yakalamadığı sorusunu merak etmiyor. Ankara ve İstanbul’u alıp alamayacağını merak ediyor. Sade bireyler kendi hayatlarından, kendi hayallerinden baktıkları zaman da bütün bu gerçekliğin farkındalar.
Büyük bir zihnî dönüşüm var
“O yüzden bir tarafta siyasi tahayyüller var, bir tarafta da akan bir hayat var. Ve akan hayattan baktığınız zaman ister demokratikleşme, ister kadın meselesi, ister özgürlükler olsun, müthiş bir değişim var. Arzuladığımız hızda olmayabilir, Batı seviyesine gelmemiş olabilir ama kadın meselesinde bile 10 yıl önceye göre müthiş bir zihnî dönüşüm var. Çünkü metropollere geldikçe artık o hanenin geçimi için kadının hayata dâhil olması gerekiyor. Dâhil oldukça, apartmanlaşma, doğalgaz gibi fizikî koşullar da değiştikçe – ama kimisinde üç haftada, kimisinde üç ayda – ailenin içindeki hayat değişmeye başlıyor. Hangi veriye bakarsanız bakın, ibadet ve namaz kılma oranı, kendini dindar diye tanımlama oranı, kendini sofu diye tanımlama oranı, her şey değişiyor ve evrensel kazanımlara doğru gidiyor.
“Hâlâ alınması gereken çok mesafe var. Örneğin 10 sene önce ‘kadın çalışmak için kocasından izin almalıdır’ diyenlerin oranı yüzde 65’teyken şimdi mesela yüzde 50’ye düşmüş durumda. Ya da kadına şiddet: Dikkat ederseniz şiddet mağduru olan kadınlar aslında özgüveni yüksek, kendi başına ayakta durabilen, ya eğitimli ya çalışmakta olan kadınlar. O kadına şiddet sadece kırlarda değil. Asıl problem ev içindeki bu rol değişiminin getirdiği zihnî dönüşümle baş edemeyen erkekler.
“Gençlerde Türkiye toplumunun ortalamalarından çok daha radikal bir değişim var. Tabii ki bir yandan bireyselleşirken bir yandan geleneklerine yaslanıyorlar, tabii ki bir yandan partnerini İnternetten ararken hâlâ görücü usulüyle evlenmek istiyorlar, ahlâkî korkuları var, vs. Ama yine de 30 yaş altı diye baktığınız zaman 10 sene öncesinin gençleri ile bugünün gençleri arasında müthiş bir değişim var. Ama korkuları var, çünkü öfkeliler ve umutları törpülenmiş durumda. Bugünün yönetim teorileri ‘Y’ ve ‘Z Kuşağı’nın yönetime katılmak istediklerini söylüyor. Oysa Türkiye’de yönetime katılma isteği gençlerde son derece düşük, yüzde 10’un altında. Çünkü ondan önce daha önemli başka bir derdi var: İş güvencesi. İş güvencesi olmadan yönetime katılma talebine sıra gelmiyor ki. 30 yaşın altındakilerin yüzde 55’i iş güvencesi istiyor. Dörtte biri işsiz. Yüzde 40’ı öğrenci, yüzde 15’i ise ev kadınıyım diyor zaten ki onların önemli bir kısmı iş bulamadığı için öyle diyor. Hâlâ 30 yaşın altındakilerin yüzde 70’i ailelerin harçlıklarına veya burslara bağımlı.
Muhatabın devlet olmadığı alanlarda örgütlenme güçleniyor
“Gençler ilgisiz diyoruz. Hep, ‘bu toprakların insanlarının demokrasi talebi ya da değişim talebi var mı’ diye ezberlerle tartışılıyor. Olmaz olur mu? Değişim talebi olmayan bir toplumun yarısı böyle göç eder mi? Ya da teknolojik değişikliklere bu kadar çabuk adapte olabilir mi? İnternette uygulama yoğunluğu diye bakarsanız, Türkiye Fransa’dan yoğun. Değişim talebi olmayan bir toplumda bunlar olabilir mi? Ama niye örgütlenmiyor ve niye eylemliliği düşük diye bakmamız lâzım. Bu toprakların toplumsal belleğine baktığınız zaman örgüt dediğimizde zihnimizde nasıl bir şey canlanıyor, İngiltere’de bu konuşmayı yapıyor olsaydık ve ‘organisation’ deseydim insanların zihninde ne canlanacaktı? Gençlere sorayım: Kaçınızın annesi babası, okula girdiğiniz gün ‘öğrenci derneğine de yazıl evladım’ dedi ya da işe girdiğiniz gün ‘sendikaya yazıl evladım’ dedi? Aynı anneniz babanız evinde hayıflanıyor. Ama kendisi, kendi çocuğunun örgütlenmesi için bile ön ayak olmuyor. Onları suçlamak için söylemiyorum. Niye yapmıyor? Çünkü bu topraklarda bin yıldır hiçbir hak mücadelesi yok ki ucu kıyıma dayanmamış olsun. Eşkıya diye başlamış, terör diye devam etmiş. Onun için toplumsal bellek diyor ki: ‘örgütleniyorsan dikkat et, ucu kıyımdır.’
“Hak temelli örgütlenme yok ama dayanışma temelli örgütlenme bu topraklarda yüksek. Şu anda bile 130 bin örgüt var ve bunların 110-120 bine yakını dayanışma temelli. Bizim küçümsediğimiz cami yaptırmalar, okul yaşatmalar, köy dayanışmaları: hepsinin bir anlamı var. Vakıf geleneği ya da imece bu topraktan icat edildi. Dayanışma temelli örgütlenmeyi bilen bir toplum niye hak temelli örgütlenmeyi bilmiyor olsun ki? Ucunda kıyım olduğu için, korktuğu için, devleti hayatı denetleyen mekanizma olarak kavradığı için.
“Toplumdaki önemli değişimlerden biri de tüketici hakları, çevre ve özellikle kadın meselesinde yaşanıyor: İnsanlar artık karşı muhatabın devlet olmadığını, kendi özel muhatabı, markalar, babalar, kocalar olduğunu fark ettiği oranda cesaretleniyor ve eylemliliği artıyor. Tüketici haklarındaki artışlara bakın, örgütlenme kapasitesine bakın, davalara bakın. Çevre meselesinde de öyle. Kendi ısınma ve barınma derdini konuşuyorsa ve evrendeki son ağaç kapısının önündeki ağaçsa yeri geldiğinde onu kesiyor. Ama zihin dünyasında bu toprakların yaşadığı erozyonu, iklim değişikliğini, kuraklığı gözünüzün önüne getirin, bu toprakların insanlarının çevre meselesine duyarsız olmalarını düşünebilmek mümkün değil. Benim bile doğup büyüdüğüm kasabada dört tane çay vardı, bugün dördü de yok. Babama bu coğrafyadaki çevre problemini anlatmam ya da onun kavraması gibi bir meselem yok. Benim önerdiğim örgütlenme ya da protesto biçimi ile ilgili bir derdi var. Onun için Cerattepe’de olanları hafife almak mümkün değil. Ciddi bir birikim var ama o enerji kurtulabildiği anda çok daha başka şeylerin peşine düşecek.
“O yüzden toplum kendince, kendi bireysel hayatında ortak ütopyasızlıktan, kendiliğinden gibi görünen hiçbir mimari tasarıma uymayan bu meydanları, binaları, hayatı inşa ediyor. Bir yandan korkuları var, bir yandan o duygularının, korkularının manipüle edilmesiyle de duygusal olarak siyasi tercihlere ya da kimliklere sıkışmaları var. O yüzden hayattan hoşnutsuzluk son derece yüksek amma velâkin bir yandan da hâlâ o değişimi nasıl yapacağına dair bir önderliği bekliyor veya arıyor. ‘Siyaset aracılığıyla bu ülkenin sorunlarını çözer miyiz’ diye sorduğumuz zaman, ‘şu anda çözülemez bu