"Dil soyutlamadır, edebiyat ikinci soyutlamadır"
Kıraathane İstanbul Edebiyat Evi’nde 2019’un bu ilk etkinliğinde konuğumuz Necmiye Alpay, konumuz ise edebiyatın, ifadenin, hattâ düşüncenin mihenk taşı, yani dildi. İstanbul Edebiyat Evi’nin 1 Ekim 2018-31 Aralık 2018 tarihleri arasındaki Sonbahar sezonundan tandığımız dostlarımıza, evimize ilk kez gelen misafirlerimiz eklendi, Kış sezonumuza Necmiye Alpay’ın büyük bir ilgi gören, bir değil iki salonumuzun dolduğu bir programla başlamak bizi ayrıca mutlu etti.
Türkçenin iyi ve doğru kullanılması mücadelesini yıllardır sebatla sürdüren Necmiye Alpay’ın rehberliğinde, bu kez edebiyatın dille ilişkisi üzerine bir ufuk turuna çıktık. Alpay sözlerine “Dil nedir?” sorusunu sorarak başladı: “Herhalde iletişim çağında olduğumuz için, bu soruya genellikle cevap ‘dil bir iletişim aracıdır’ şeklinde oluyor. Oysa dil öncelikle ve büyük oranda düşünme aracı değil midir?”
Alpay’ın ifadesiyle, dil bir soyutlamadır, “nesneden ve varlıktan soyulmuştur,” zira herhangi bir nesne, olay veya fikir her dilde farklı bir kelimeyle anılabilir. Edebiyat ise soyutlamada ikinci bir aşama oluşturuyor. Bu noktada Alpay “ben” kelimesinden örnek veriyor: “‘Ben’ kelimesinde hepimiz özne konumunda her kim ise o kişiyi anlıyoruz. Diyelim Jameson’ın kitabında Jameson söze ‘ben’ diye başlıyorsa, Jameson diye anlıyoruz. ‘Ben’ sesiyle bunu söyleyen kişi arasında sadece bir aşamalı bir soyutlama var. Ama edebiyatta bu ikiye çıkıyor, çünkü bu kitap bir roman olsa ve burada bir ‘ben’ kelimesi görsek, o kelimeden yazarı değil, romanın kahramanını anlarız.”
Dolayısıyla artık edebiyat ile dil arasındaki ilişkinin temelinde bazı “şekil şartları” veya “söz sanatı” yatmıyor. Sanat, var olan şekil şartlarını, mantıksallık beklentisini, hattâ söz kullanımını ihlal edebilme ehliyetine sahip. Özellikle şiirde son asırda deneysel ve görsel şiirlerle sözel dilin dışına çıkıldığını vurgulayan Alpay, bu deneyselliğin bir örneği olarak, 1990’lı yıllarda editörlüğünü yaptığı Sonbahar dergisinde yaşadığı bir olaya değindi. Tarık Günersel’in dergi için sadece rakamlardan oluşan bir şiir denemesi gönderdiğini, ancak sayfanın matbaadan boş geldiğini anlattı. “Matbaadaki işçi dergiyi basarken ‘bir yanlışlık var, şiir yerine herhalde çizelge koymuşlar, en iyisi boş bırakayım’ diyerek sadece şairin ismini koymuş. Oysa Günersel tamamen sayılardan oluşmuş bir şiir yapmıştı.”
Aristoteles ve edebiyatın “özerkliği”
Edebiyatın kuramlaşması bahsinde, Alpay bizi “dil konusunda Âdem babamız” olarak gösterdiği Aristoteles’e kadar götürüyor. Aristoteles’in döneminde edebiyat kuramı bugünkü şekliyle roman ya da öyküden ziyade şiir ve tiyatroda vücut buluyordu. Bununla birlikte, Aristoteles’in ortaya koyduğu esasların hâlâ dil bilgisi ve edebiyatın temellerini oluşturduğuna işaret ediyor Alpay. “Onda edebiyatın soyutlama olma yönünü görüyorsunuz. O soyutlama, ‘edebiyatın özerkliği’ fikrine varıyor. Bunlar biraz bana ait yorumlar. Özerklikten tam da az önce söylediğim şeyi anlıyorum: Bir sözcüğün gündelik hayatımızda bir anlamda, edebiyatta başka bir anlamda anlaşılabiliyor olması.”
Bir başka deyişle, edebiyat, dil için yeni bir bağlam sunuyor. Yazar ve okurun ortak deneyimlendiği bir bağlam. “Edebiyatın ‘özerkliği’ ya da kurduğu dünya bildiğimiz dünyadan bağımsızdır diyemiyorum, çünkü mutlak bir kopukluk yok elbette. Bir ona bakıyoruz bir de ona, bir bildiğimiz dünyayı geçiriyoruz aklımızdan, bir de yazarın kurduğu dünyayı geçiririz. İkisi arasında gidip geliriz.”
Bu noktada Alpay, edebiyatta ya da genel olarak sanatta “özerkliğin” zaman zaman – Yalçın Armağan’ın İmkânsız Özerklik incelemesine atıfta bulunuyor – devletten özerklik olarak anlaşıldığını belirtiyor. Sanatçının bütün toplumun anlayış tarzı ve zihniyetiyle baskı altında tutulmasını daha ziyade “özgürlük” sorunu olarak tanımlıyor. Ama her ikisinin birbirine bağlı olduğunu da savunuyor: “Aslında sanatın varoluş nedeni de bence bu: Gündelik hayatta bir şekilde dile getiremediğimiz duygu ve düşünceleri sanatın çeşitli türleriyle iletmeye, anlatmaya, kavratmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla belirli bir etki gücümüz var. O etki gücüne karşı toplum ve devlet kendini devam ettirmek için basınç uyguluyor.”
Söylemsellik ve dilbilimi
Aristoteles’ten 20. yüzyılda “dilbilimi” dalının doğuşuna kadar geçen zamanda dil kuramları açısından büyük bir boşluk var. Hiçbir gelişmenin yaşanmadığı bir dönem değil bu elbette: Klasik edebiyat doğuyor, roman türü yaygınlaşıyor. Ancak o döneme kadar dil bilimine daha ziyade “filoloji” olarak bakıldığını söylüyor Alpay: “Dilbilimine kadar edebiyatla dil arasındaki ilişki çok büyük ölçüde kuralcı bir ilişki olarak gelişti. ‘İyi bir şiirde dil nasıl olmalıdır?’ gibi sorular üzerinden değerlendirildi. Mesela Türkiye’de de ‘Şiirde bu kelime kullanılır mı?’ şeklinde itirazlar görülür, iyi bir romancı sanki Türkçe hatası yapmamalıdır… Daha ustaca daha az hatayla nasıl yazılır, bunlarla uğraşılmış. Ancak bu bir Shakespeare veya Byron çıkmasını, Tolstoy’un yazmasını engellemiyor.”
Bu süreçte edebiyatın dili, daha doğrusu “söylemi” de değişiyor. Burada Alpay parantez açarak, Türkiye’de dil ve söylemin eşanlamlı olarak kullanıldığını belirtiyor. “‘Barış dili’ dediğimiz zaman, barışçı bir söylem istiyoruz. Düşman yaratmayan, nefret suçu işlemeyen bir söylemden söz ediyoruz. Edebiyatta da aslında edebî söylem diye bir kavram var.” Dilbilim ise Ferdinand de Saussure ile birlikte bir dal oluyor. O güne kadar “retorik” başlığı altında düşünülen, yani “daha iyi ve etkili nasıl konuşulur/yazılır” sorusundan ibaret dil teorisi odağını giderek dilin dünyayı düşünme aracı olarak nasıl işlediğini anlamaya çeviriyor.
Bu noktada 20. yüzyıla kadar “mantıklı, anlaşılır ve isabetli” bir dil kullanılmasını öngören “söylemsellik” soyutlama üzerinden sanatçılar tarafından yıkılmaya çalışılan bir kurama dönüşüyor. Yine Alpay’ın ifadeleriyle aktaralım:
“Söylemsel olmama hakkı üç çeşit insana tanınıyor: Çocuklar, akıl hastaları ve sanatçılar. Bu hak kelimesini ben ekliyorum. Genellikle ‘sanat söylemsel değildir’ denir çünkü sanatta gündelik hayattaki dilin söylemsel mantığından ayrılır, bir soyutlama aşamasına daha geçilir. Bu anlamda gündelik hayattaki söylemden farklıdır. Ancak bu eksik bir sözdür, çünkü sanatçının ‘saçmalama’ hakkı da vardır.”
Alpay, Ayhan Geçgin’in Uzun Yürüyüş romanını da örnek göstererek edebiyatın “belirtmeyerek, dile getirmeyerek” de bir şeyler anlatabileceğini vurguluyor.
Kısaca değindiği Roland Barthes’ın ise tıpkı yüzyıllar sonra dilbilimde tıpkı Aristoteles gibi “büyük bir sıçrama sağladığını” söylüyor Alpay. “Göstergebilimin kurucusu, hayatımda okuduğum dil alanında ufku en geniş olan insan ve toplumla çok yakından ilgileniyor,” diyor, Barthes’ın Pierre Loti’nin Aziyade adlı novellasına dair yazısında o yıllarda henüz teori katına çıkarılmamış olan oryantalizmi betimlediğini belirterek.
Alpay, konuşmasının sonlarında kadınların erkeklikten arınmış bir söylem yaratırken de yepyeni bir ufuk açtıklarına değinmeden geçemiyor. Özellikle Virginia Woolf’un ardından öne sürülen birçok tezin kuramsallaştığını vurguluyor. Jacques Lacan’a atıfta bulunarak, çocukların dilden önce kendilerini seslerle ifade ettiğini söylüyor Alpay ve sonra Hélène Cixous’nun “beyaz mürekkep” kavramıyla anlatmayı sürdürüyor:
“Feminist edebiyatçıların tezi, yazarların çocuğun aslında toplumun söylemselliğine uzak olduğu okul öncesine, dil ve simge öncesi zamana dönmesi gerektiği. Beyaz mürekkeple yazmalı. Bu tamamen söylem dışı olmak anlamına geliyor.”
Günümüzün queer edebiyatı da bu söylemdışılığın en önemli örneklerini sunuyor. Ancak sanatta her ne kadar sözün sınırları zorlansa da bir sunuşa ihtiyaç olduğunu söylüyor Alpay. Bir başka deyişle günün sonunda, kâh eleştirmenler kâh okurlar ya da sanatseverler tarafından bir eserin bir söylemle söze dökülmesi gerektiğini söylüyor. Bu da edebiyatın dilin sınırlarını aşındırsa dahi dilden bağımsız kurulamadığının bir göstergesi.
“Söze dökülmemişse hazmedemiyoruz. İlle bir, ve mümkünse daha fazla, eleştirmenin hakkında analizler yazması gerekiyor ki o yapıtla ilişkimizi geliştirelim. Söze dökmeden hiçbir sanat dalı anlamını tam bulamıyor.”