“Adam” olacak erkek: Dizilerde erkeklik mertebeleri
Nükhet Sirman
Benim ilgi alanım ailenin toplumdaki yeri, varsaydığı/kurduğu toplumsal cinsiyet tanımları, içerdiği güç ilişkileri ve bunları mümkün kılan ideolojiler. İmparatorluktan cumhuriyete geçişte ailenin modernleşmeci ve milliyetçi muhayyilede nasıl kurgulandığını anlamak için Tanzimat sonrası yazılan romanlara bakmıştım. Günümüzde ise romanın yerini diziler ve genelde televizyon aldı. Bu yüzden çalışma alanımı buraya yönelttim.
Çalışmanın çerçevesi televizyon ekranlarından aile ve cinselliği, makbul olan ve olmayan kadınlığı ve erkekliği anlamak, seyircinin hangi pozisyona oturtulduğunu çözmek (roman eleştirisinde buna “varsayılan okuyucu” – İngilizce “implied reader” – deniyor) ve seyircinin izlediği anlatılarla nasıl bir diyaloga girdiğini araştırmak olarak tanımlanıyor. Yani iş, metni görsel, dilsel ve aksiyon bazında incelemeyi, seyirci araştırması yapmayı ve bunları daha genel toplumsal bir bağlama oturtmayı içeriyor.
Televizyona neden bakıyoruz? Roman da dizi de bir anlatı sunuyor. Bu anlatı, aşkın, yakın ilişkilerin yarattığı sorunları bir hikâye vasıtasıyla ortaya koyuyor. Bu anlatıları toplumsal/kamusal, yani herkes tarafından paylaşılan fantezi parçaları olarak da tanımlamak mümkün. Bunlar genelde “ne olursa, ne yaparsam mutlu olurum?” sorusuna cevap veren anlatılar. Önemli olan anlatının nasıl sonuçlandığından çok (ki özellikle terapi bağlamında bireysel fanteziler için aslında önemli olan budur), arzunun ortaya konmasıdır. Diziler, bir anlamda, bireylerin de fantezilerini oluşturan toplumsal fantezilerin görsellik yoluyla ete kemiğe bürünmüş halidir.
Diziler “düşük kaliteli” kültür ürünleri olarak aşağılanır. Daha önceki çalışmalarımda baktığım Halide Edip romanlarından İstanbullu Gelin (ki bu bile uzun terapi seanslarıyla orta sınıf seyirciye bayağı bir göz kırpar) ya da tam bir entrika dizisi olan Yasak Elma’dan, bu son yılın getirdiği, kadınları saf kurban olarak resmeden dizilerden Elimi Bırakma’ya nasıl gelinir diye sorulabilir. Lauren Berlant adlı bir İngiliz Dili ve Edebiyatı profesörü, çalışmalarını hep bu tür popüler kültür örnekleri üzerinden sürdürmesi meslektaşları tarafından sorgulandığında, onlara cevaben arşivinin kalitesi için özür dilemeyeceğini, bu arşivin de üzerinde çalışılması gerektiğini savunur.
Diziler de bizim “düşük kaliteli” arşivimizi oluşturuyor. Bu arşiv, şimdilerde orta sınıfların izlediği Netflix dizilerinden değil, Türkiye’de üretilen dizilerden oluşuyor. Zira araştırmamdaki sorularım hep Türkiye’ye dair sorular. Son zamanlarda hem dünya dizi piyasalarında hem Türkiye’de internet dizileri üretiliyorsa da, televizyona göre çok daha az sayıda izleyiciyle buluşuyor. Dolayısıyla televizyon dizileri, gerek pazarın gerekse de devletin müdahale ettiği bir alan olarak, Türkiye’yi okumak için daha önemli bir araştırma nesnesi.
Diziler, geniş toplum kesimlerinin hayal dünyasını oluşturur ve hangi olayların, hangi olaylara sebep olabileceğini, yaşananlara ilişkilerin hangi duygularla kurulabileceğini gösterir. Ama her şeyden önemlisi, toplumsal normları ortaya koyar. Jerome Bruner’e göre bir hikâyenin anlatılabilirliğini sağlayan şey bir norm ihlali üzerine kurulu olmasıdır. İhlal, toplumsal normlarda değişime yol açabilecek güçte bir gedik açabileceğinden, anlatı, o gediğe ne olduğunun hikâyesini sergiler. Hikâye, ya o ihlalin yol açtığı gediğin onarılamayacağını gösterir ve önemli bir toplumsal değişime yol açar; ya da ihlalin nasıl onarılacağını anlatmış olur.
Seyirci de bu gelişmeleri izler, bazılarını destekler, bazılarının karşısında durur. Ama en temelinde, bu gelişmelerin yol açtığı olaylar silsilesini izlemekten ve anlatıyla bir diyaloga girmekten zevk alır. Şimdilerde her dizi bölümü için bir etiket yayınlanarak, bu diyalogların kamusal alana taşınmasına vesile olunuyor. Seyirci araştırmasının ilk ayağını bu sosyal medya paylaşımlarını incelemek teşkil ediyor. Ama buna ek olarak etnografik bir seyirci araştırmasının da ayrıca yapılması gerekir.
"Sana aileyi tebaa olarak verdim"
Televizyonda sadece dizi var demek doğru değil. Kadın programı denen ama herkes tarafından izlenen, özellikle öğleden sonra yayınlanan programlar var. Müge Anlı sabah program yapıyor ve cinayet gibi ağır suçların faillerini bulmaya çalışıyor. Öğleden sonra Esra Erol çocukları kaybolan, eşi tarafından alıkonan, hastanelerde çalınıp satılan insanların çocuklarını, annelerini ya da babalarını buluyor. Bu iki program formatında izleyiciler şahısların beyanlarını, neyi neden yaptıklarını anlatan konuşmalarını uzun uzun dinliyor. Olayların nasıl olması gerektiğine dair bir ölçütü olduğu için dinlerken de izleyici esasında konuşanları sürekli yargılıyor.
Bu programların gerçek hayatı anlattığı, dizilerin ise “uydurma” olduğu düşünülür genelde. Ama ilginç olan, bu hikâyeler arasındaki benzerliklerdir. Bu programlar neredeyse birbirlerinden karşılıklı olarak ilham almış gibiler ki bana kalırsa da birbirlerinden anlatı parçacıkları alıyorlar. Bunu yapmalarını mümkün kılan ise Türkiye’deki genel aile ideolojisi. Üstelik bu programları sadece “masum” izleyiciler izlemiyor. Devlet katında da dikkatle takip edilen hikâyeler söz ediyoruz.
Türkiye’de son yirmi yıldır en çok izlenen diziler genellikle melodramatik aile hikâyeleridir. Bu hikâyelerin temaları kısıtlıdır, çünkü bu hikâyeler Türkiye’nin milliyetçi modernleşmeci söylemine göre kurgulanmıştır. Bu söylem bize, ailenin toplumun temeli olduğunu söyler. Buna göre toplum, sevgi ve saygıya dayalı, herkesin yerini ve görevini bildiği bir aile sayesinde güçlü olur ve tehditlere karşı kendini koruyabilir. Sevgi saygı ise ancak birbirini isteyen çiftlerin oluşturduğu, yani aşk gibi geçici bir duyguya – ya da Mualla Eyüboğlu’nun tabiriyle – adrenaline dayalı ilişkilerden değil, aklı başında, saygı içeren (yani tam da hiyerarşik ilişkilerin ne olduğunu bilen bir duygu olan) sevgiye dayanarak kurulabilir. “Yerini bilmek” de kişinin kime sevgi, kime saygı duyacağını bilmesi anlamına gelir. Hepimizin iyice bildiği üzere saygı büyüklere, sevgi ise küçüklere karşı duyulur.
Ama böyle arzular ve bu arzuların şekillendirdiği öznellikler zorla kurulamaz. Kişi bunu kendi iradesiyle istemelidir. Namık Kemal, 1870’lerde yazdığı bir gazete makalesinde Osmanlı toplumunun sorunlarını zorla evlendirmelere bağlar ve “bir evin her odasından farklı sesler yükseldiği zaman, o evde huzur kalmaz” der. Geleneksel aile kişinin isteğini dikkate almaz; modern aile alır ve toplumsal düzen ancak bu şekilde kurulabilir. Dolayısıyla böyle bir ailenin gerektirdiği kadınlar ve erkekler yaratmak gerekir. Roman gibi, dizi gibi fiktif anlatılar ve sosyal politikalar, sopa/havuç yöntemlerinin her ikisini de dikkatlice kullanarak (Michel Foucault’nun “disiplin” dediği buydu), kişilerin anlatılan/önerilen kadınlık ve erkekliklere yatırım yapmalarını sağlar.
Aile hikâyesi, Türkiye’de modern kadınlık kadar modern erkekliğin de kurulduğu bir senaryodur. Bu senaryo, Halide Edip’in romanlarından Yeşilçam’a kadar, yazınsal ve görsel olmak üzere bildiğimiz tüm hayal etme dünyamızı kapsar. Bu senaryo en veciz şekliyle 1926 medeni kanununda özetlenmiştir: erkekler ailenin reisidirler ve eve bakmakla yükümlüdürler; kadınlar ise bu erkeklerin muavini ve müşaviridirler. Yani bu kanun erkeğe şöyle diyor: “Eskiden paşalar vardı, sen onların altında eziliyordun. Ben yeni bir Cumhuriyet kurdum ve sana aileyi tebaa olarak verdim.” Cumhuriyet bu kanunla her kocayı paşa yapmıştır diye özetlemiştim ben bu durumu.
“Delikanlı”dan “adam gibi adam”a makbul erkeklik
Ama bu durum doğuştan bir hak değildir. Emek vererek ulaşılması gereken bir mertebedir. Nitekim toplumda kadın/erkek diye bir konum aslında yoktur. Tüm konumlar yaşa, cinsiyete ve ailedeki statüye göre farklı isimlerle tanınır: kız, kadın, hanım, karı, hatun ya da oğlan, delikanlı, erkek ve adam. Leslie Peirce’in Osmanlı kanunnameleri çalışması bize gösteriyor ki eskiden bu isimler, daha da ince ayrıntıları içerecek şekilde, daha fazla çeşitlilik arz ediyormuş. Özellikle de çocukluğun sonu ile evlilik arasındaki erkeklik durumları için verilen isimler diğerlerine göre çok daha çeşitliymiş: emred (sakalsız genç), mücerred (genç bekar), bennak (ayrı hanesi olmayan yeni evli genç), levend (toplumsal huzuru bozan genç).Peirce bu çeşitliliği, erkeklerin olgunlaşma sürecinin Osmanlı toplumunca daha sorunlu görüldüğünün ifadesi olarak yorumlar. “Er” ise evli olup, evliliğin ve adamlığın tüm sorumluluklarını bilen ve yüklenen erkek, yani bugünün “adam gibi adam”ıdır.
Bugüne baktığımızda da güçlendiği ama aile babası olmadığı evrelerde erkek tehlikeli görülür. Bu yüzden adı “delikanlı”dır. Delikanlının, racon bilmesi, sadece durumun gerektirdiği ölçüde güç kullanması arzu edilir. Mesela, korkak bir düşman karşısında silahla saldırmayacak, Osmanlı tokadı atacak. Güce sadece ailesini korumak için başvuracak. Agresif olacak, provoke edildiğinde cevabını yapıştıracak. Ama dozunda. Ne fazla gülecek ne de fazla ağlayacak. “Şeref” kavramı böyle bir şey. Kendinden güçsüzlere ve güçlülere nasıl davranılacağını tarif ediyor.
Diziler, genellikle erkeklerin bu evrelerini konu edinir. Bir erkeğin bu tehlikeli çağında hangi davranışları toplum tarafından kabul edilir, hangileri edilmez olduğunu gösterir. Hikâye de bu erkeklerin “delikanlı”dan, “adam gibi adam”a nasıl evrilebileceğini anlatır. Delikanlı çağındaki erkeklerin erkeklik sorunları farklı olabilir. Yasak Elma’nın Alihan’ı geçmiş travmaları yüzünden biraz fazla serttir mesela, Kiralık Aşk’ın Ömer’i ise fazla gururlu. Siyah Beyaz Aşk’ın Ferhat’ı ise başlı başına bir sorundur, her şeyi şiddetle çözeceğini sanan ve kendi erkeklik yaralarına kimseyi dokundurtmayan bir sorun yumağıdır. Oysa “adam” dediğin yeri geldiğinde sevimli, yeri geldiğinde kızgın ve korkutucu olmayı bilecek. Ama her şeyden önce yakışıklı olacak, dövmesi olacak ve mümkünse baklavaları olacak. Ve tabii dalga geçmelere de malzeme verecek.
Dolayısıyla diziler toplumdaki makbul erkekliği anlatır. Aşırı erkeklik kolay kolay olumlanmaz. Bu “aşırı” erkekler genelde ailesiz ve yalnızdır. Ya dizilerin kötü karakterleri olurlar ya da aşk sayesinde “adam” edilecek kahramanları. Makbul erkek tuzak kurmaz, entrikalara başvurmaz. Doğru dürüst, tutarlı, adil, özü sözü bir, bazen zorlansa da yasanın sınırları içinde kalan, yalana tahammülü olmayan, güçlü olsa bile gücünü (zenginliğini, nüfuzunu, vs.) asla kötüye kullanmayan erkeklerdir. Cömerttir. Küçüğünü sever, büyüğünü sayar. Mafya olsa da racon bilir. Aynı zamanda çok da gururludur (yardım istemez, boyun eğmez, aç kalır ama erdemlerinden vazgeçmez). Bakmayın bugünün Allah vergisi salt güçle her işi yapabileceğini sanan erkeklerine… Dizilerde bu tip erkekler hala kötü adamdır. “Erkeklik bilek gücüyle değil, yürekle tanınır” der dizilerin abecesi olan, havada uçuşan aforizmaları.
Bu erkeklikler Türk dizilerinin yurt dışına ihracatını da mümkün kılmış. 2009 yılında başlayan Gümüş dizisi bu satışları tetikleyen ilk dizi olmuş. Arap dünyasında çok tutulan bu diziyi neden sevdiklerini sorduklarında Mısırlı kadınlar “Dizi romantik, nazik erkekler gösteriyor” diye açıklamış. Benzer şekilde, şu anda en fazla yurt dışı satışına ulaşmış olan 2010 yapımı Fatmagül’ün Suçu Ne dizisi, tecavüzcüsüyle zorla evlendirilen bir kadının ve evlilikle birlikte dönüşmeye başlayan erkeğin hikâyesini anlatıyor.
Toplumda erkekliğin önemli ritüellerinden sayılan maç izlemek, kahveye ya da içmeye gitmek gibi homososyal ortamlara dizilerde çok ender rastlanır. Melodram türünde aile hikâyesi olacağından, kadınsız sahneler izleyicinin ilgisini çok çekemez. Bu homososyal sahnelerin esas amacı karakterin duygusunu seyirciye aktarmaktır. Bir yanlış anlaşılma, gurur ya da erkeklik yüzünden ifade edilemeyen duygular bu sahnelerle dışa vurulur. Siyah Beyaz Aşk’ta Ferhat baba olamayacağını böyle bir ortamda söylüyor. O, bir tetikçi. Ancak beyin cerrahı kadın onu sever. Neden mi? Çünkü acısı vardır. 12 yaşındayken babası öldürülmüş, o da babasının katilini öldürmüştür. Babası kendi yaşadığı hayatın tam zıddı, bir türlü ulaşamayacağı babalık ve insanlık timsalidir. Ferhat, babasıyla kıyasladığında kendini kayıp bir insan olarak görmektedir. Halide Edip’ten beri kadınlara atfedilen sağaltıcı misyonla hareket eden beyin cerrahı, dizideki tabiri ile erkeği “tedavi” etme işine koyulur. Ferhat, 30 bölüm boyunca bu tedaviye direndikten sonra nihayet teslim olur, baba ve koca olmayı severek üstlenir. Dizi bu gerçekleşemeyecek ilişkinin önce aşka, sonra da sevgiye dönmesini izletir bize.
Babalık hak edilmelidir
Bu hikâye anlatı analizinin içerdiği birçok ögeyi barındırdığı gibi, erkekliğin ancak babalıkla “adam olma” safhasına gelebileceğini göstermesi açısından da ilginç. Baba olmaya hak kazanmak lâzım. Sen Anlat Karadeniz’de Fikret, kötü adam Vedat’a babalık dersi verirken “Evlat hayat mücadelesini babadan, sevmeyi anneden öğrenir; analık hissedilir, babalık öğrenilir, sen babalıktan sınıfta kaldın” der. Yani Simone de Beauvoir ne derse desin, bu topraklarda kadın doğuluyor ama erkek çeşitli sınavlardan geçtikten sonra olunuyor.
Bazı dizilerde gerçek/iyi babalık tartışılması kahramana birden çok baba verilerek gerçekleşir. Mesela Poyraz Karayel’de Poyraz’ın üç tane babası vardır: cani olan biyolojik baba, sadece çıkarını düşünen siyasetçi baba ve Poyraz’ın baba olarak seçtiği, “adam gibi adam” mafya babası. Siyah Beyaz Aşk’ta Ferhat’ın da iki babası vardır: biyolojik babası olan kötücül mafya babası ile Ferhat’ı büyüten ve sıradan bir insan olan berber Necdet. Dizide “adam gibi adam” bir erkek portresi çizen bu berberin hep mesleği ile anılarak sıradanlığına vurgu yapılır. Babalık zenginlik ya da güç değil, sıradanlığın zorluğunu bilmek ve “adam gibi adam” olmak demektir.
Dizilerde erkeklere bir yandan nasıl bir erkekliğin babalığı hak ettiğini anlatılırken, diğer yandan iyi baba olmanın yolları da gösteriliyor. Hamilelik kurslarına katılmak aile melodramlarının adeta önemli bir parçası haline geldi. Bir gecelik beraberlikten sonra çocuk beklediklerini öğrendikleri için mecburen evlenen No. 309’un (2016) Lale’si ile Onur’u, bu hamilelik kursları sayesinde yakınlaşıp birbirlerine aşık olurlar. Dizi boyunca da baba bebeğin altını değiştirir, onunla “kaliteli” zaman geçirir. İstanbullu Gelin’de üç baba bebek bakıcılığını zaman zaman (eşleri önemli bir gece gezmesine gittiği için!) üstlenirler ve bundan gocunmazlar. Ancak bu bakım işi babaların beceriksizliğiyle komedi unsuru olarak işlenirken, toplumsal cinsiyete dayalı işbölümünü, yani çocuk bakmanın babaların asli işi olamayacağını da hatırlatır.
Siyah Beyaz Aşk ayrıca anlatılabilirliğin bir ihlal üzerine kurulu olduğunu da gösterir: yani “davulun dengi dengine çaldığı” bu topraklarda bir beyin cerrahıyla bir tetikçi nasıl aşık olabilirler? Dolayısıyla dizide bu iki uç karakterin birbirine benzemesini izleriz. Kadın eline tabanca alıp ağabeyini öldüren adamı vurur, erkek ise intikamını kendi alacağına suçluyu kolluk kuvvetlerine teslim etmeyi kabul eder. Yani kadın erkeğe, erkek de kadına benzemeye başlar.
Aslında tüm diziler bir ihlalle başlar. En önemli ihlallerden biri de babasızlıktır çünkü ataerkil düzenin kurulamayacağına işaret eder. Babasızlık, ya da babanın kim olduğu ya da yanlış kişiye baba denmesi Jale Parla’nın Tanzimat romanı için söylediği gibi dizilerde de savrulmuşluğu, kaosu getirir.
Babanın eksikliği ya da aşırılığı kötünün de nasıl kötü olduğunu, yani kaosun nasıl ortaya çıktığını da gösterir. Mesela Sen Anlat Karadeniz’in canavar ruhlu Vedat’ının kendi babası, eşi tarafından terk edilmiş otorite fazlalığı bulunan bir adamdır. Ayrıca bu baba kendi öz yeğenine defalarca tecavüz etmiş ve nihayetinde çocuk Vedat, abla gibi sevdiği bu kızı kurtarmak için babasını öldürmüştür. Diğer bir deyişle, bu bildiğimiz hikâye formatında babanın eksikliği de fazlalığı da sorun olarak anlatılıyor.
Bir erkeği “baba” yapacak olan da kadındır. Kadınlar dizilerde de gerçek hayatta da çocuk doğurmayı en çok kocalarını baba yapmak için istiyorlar. Burcu Mutlu’nun tezinde de gösterdiği gibi kadınlar, erkeğin babalığı hak etmesini beklemeyip, “bir baba olsun da belki adam da olur” ümidiyle hamile olmayı istiyorlar. Kürtaj bu yüzden dizilerde bir sorun: erkekler, kadınların hamile olduğunu öğrenince kendilerine “çeki düzen” veriyorlar. Kadınlar “kürtaj oldum” diyorlar ama olmuyorlar ve son anda gerçeği söylüyorlar.
Makbul erkek olmanın zorlukları
Aile hikâyesi olmayan, daha çok polisiye tarzı ve karşılıklı oyun kurmaya dayalı diziler son beş yıldır daha sık yapılmaya başlandı. 2000’li yıllarda ekrana taşınan polisiye ve melodram karışımı olan dizilerin tutması üzerine bu dizilerde “oyun” dozu daha da arttırıldı. 2000’li yılların sonuna gelindiğinde karmaşık anlatı yapısı olan bu dizilerde, aile melodramları içerseler de daha çok sürükleyici polisiye tarzına ağırlık verildi. Ancak, bu dizilerin bile içine bir aile dramı katılmazsa hem sürekliliği sağlanamıyor hem de sürükleyiciliği sekteye uğruyor. Söz ve Savaşçı (bugüne kadar Pazar geceleri en çok izlenen dizi) bu tür dizilerin bir örneği. Bu diziler genellikle, kısa dönemde yenilse bile eninde sonunda insanları arkalarına aldıkları ve inandıkları için kazanan erkek kahramanların hikâyelerinden oluşuyor. Yaşadıkları kayıplar bu erkekleri daha inatçı ve inançlı yapıyor. Son birkaç senedir izlediğimiz tarihi dizilerde de erkekler hep bu şekilde resmediliyor.
Ancak, oyuna dayalı çetrefil kurguları olan ve Ezel (2009) dizisiyle tam formunu bulan bu hikâyeler, zaman kavramıyla oynayarak, bir ileri bir geri giderek ya da zamansızlığı gösteren kamera hareketleriyle melodramın bildik yapısından ayrıldıklarını ilan ediyorlar. Bu dizilerde kahramanlar daha çok anti-kahraman, Ezel gibi, Poyraz Karayel’in (2015) Poyraz’ı gibi kaybetmiş tipler. Hatta Poyraz illa güçlü, adil, doğru, dürüst ve mert değildir ama akıllıdır. Poyraz’ın en temel niteliği 9 yaşlarındaki oğlunun da açıkça söylediği gibi yalancı olmasıdır. Hatta kendisini iyi tarafta görmez, iyi olmak değil, hayatta kalmak, mutlu olmak ister. Şimdi 3. sezonu yayınlanan İstanbullu Gelin dizisinin Adem’ini seyirciye sevdiren ise Fırat Tanış’ın müthiş oyunculuğu bir yana, dünyanın güç dengesine dair afili sözler etmesi ile birlikte silahlarını kapıda bırakıp girdiği terapi seanslarıdır.
Şu anda 2. sezonu oynayan Çukur dizisinin Vartolu’su da tipik bir anti-kahraman, Villain (körü karakter) olarak karşımıza çıkar. Hikâyenin merkezindeki ailenin oğlunu öldüren Vartolu, Çukur’a sahip olmak ister. Sonradan ortaya çıkar ki Vartolu aslında ailenin, yani Koçovalıların babasının gayrimeşru oğlu olduğu için Çukur’dan uzaklaştırılmış, zor bir hayat sürmüş ve intikam için geri gelmiştir. Bir yandan da çocukluk aşkı, Koçovalıların evinde çalışan Saadet’e karşı duygular besler. Bütün bu çatışmanın ortasında Saadet ile beraber bir gelecek hayal eder: Göl kenarında bahçeli bir ev, soba üstünde tıkırdayan çaydanlık ve çocuk. Tipik bir melodramatik fantezidir bu. Geçen sezonun sonunda bu hayalini gerçekleştirir de. Ama bu hayal, kendilerine Karakuzular diyen ve ailesi olmayan kötüler tarafından yok edilir…
Yani bütün bu yeni erkekler daha gri tonlarda çizilmiş, hem iyi hem kötü ve çeşitli zaafları olan karakterler. Sonunda da aslında iflah olmuyorlar: Ezel de Poyraz da savaşı kaybediyor aslında. Diziler devam ettiğinden Vartolu ile Adem’e ne olacağını bilmiyoruz. Ama hepsinin ailesi var veya olabilir.
Ufak Tefek Cinayetler oyuna dayalı bir başka dizi. 2. sezonunu sürdüren bu dizi, aile olmayı arka plan olarak kullanıyor. Dizi, arkadaş mı düşman mı oldukları belli olmayan dört kadın ve bunların yanında bulunan altı erkeğin elit bir kapalı site olarak kurgulanan Sarmaşık’ta birbirlerinin kuyusunu kazmalarının hikâyesini anlatıyor. Her bir erkek diğerinden farklı. Biri aşırı korkak, diğeri fazla güçlü, bir diğeri fazla duygusal. Entrikacı ve kararsız da var. İlk bakışta biraz yedi cüceleri andırıyor, ancak Ufak Tefek Cinayetler’in de bize doğru erkekliği anlatması açısından tipik melodramdan farkı olmadığını göstermek için böyle bir sıralama elverişli. Bütün farklı erkeklikler, Serhan’ın erkekliğinin hem babalığı bilmesi hem romantik ve şefkatli oluşu hem de yeri geldiğinde sert durabilmesiyle en istenen erkeklik olduğunu göstermeye yarıyor.
Çukur ile birlikte yeni bir model daha girdi dizilere: homososyal, yani sırf erkeklerden oluşan meclislere dayalı erkek birlikteliklerini öven bu diziler aslında 2010-2013 yılları arasında yayımlanan Behzat Ç dizisiyle başlamıştı. Kadınlarla ilişkisi sorunlu olan dört polisin maceralarını anlatan bu dizi, anında erkekler arası bir kült dizi haline geldi. Şimdi de bu rolü Çukur dizisi üstlenmiş gibi görünüyor. Her iki dizide de kadınlar, ya erkeklerin çektiği acıları göstermek için kullanılan bahaneler ya da erkekleri asli işlerinden alıkoyan çeşitli fesatlıktaki engeller. Mesela Çukur’da Yamaç’ın karısı Sena, bazen Yamaç’a erkeklik oyunlarına fazla dalmaması için aile görevlerini hatırlatan bir engel, bazen de Koçovalı kardeşlerin neden kötülerle savaşmaları gerektiğini gösteren bir ikon vazifesi görüyor.
Erkek kardeşliğini kutsayan bu dizilere yeni bir model de Muhteşem İkili dizisiyle eklendi. Henüz ikinci bölümü gösterilmiş bu dizi, önce film sonra da dizi olmuş olan Amerikan Lethal Weapon (Türkçeye Cehennem Silahı olarak çevrilmişti) dizisinin bir uyarlaması. Bu dizide birbirine zıt iki polis karakterinin başına gelenler anlatılıyor. Polislerin biri eşini dramatik bir patlamayla kaybetmiş olan ve her türlü çizgiyi aşmaya hazır bir karakter iken, diğeri ise daha mazbut bir aile babası. Acıyla sınanmış olan polis, savaş dizilerinde sevdiği kadını kaybedip ölümü seve seve göze alan ve kanun dışında iş yapan erkeklere benziyor. Karakterler orijinal dizide de ara sıra komik durumlarda kalsa da Türkçe versiyonda kendilerinin parodisi durumundalar. Her türlü saldırıdan Cüneyt Arkın misali kurtulma halleri de var, yakalanıp işkence görme halleri de. Bu dizide kadınlar, orijinalinde de olduğu gibi sadece yardımcı oyuncu rolündeler.
Aslında 1990’lardan beri diziler erkeklere hitap etmişlerdir. Bizimkiler gibi klasik dizilerden başlamak üzere birçok dizi, makbul erkek olmanın zorluklarını sergiledikleri için ciddi bir erkek izleyici kitlesini de cezbedebilmişti. Çukur da 2016 yılında sadece bir sezon gösterilmiş olan İçerde dizisinin başarısı üzerine benzer bir kadro kullanarak, o dizinin başarı reçetesinden faydalanarak işe koyuldu. Ancak İçerde bir mafya babasının hileleri sonucu birbirini kaybetmiş olan iki erkek kardeşin birbirlerine kavuşma hikâyesiydi. Oradaki erkekler, ağlamasını bilen, duygusal, ailesini her şeyin önüne koyan erkeklerdi; hikâye de aslında melodramatik bir yapıya sahipti. Bu yeni erkeklik dizileri ise daha ziyade aile ile bağlarını epey gevşeten, asıl amaçları erkeklik başarılarını sergilemek olan diziler.
Sokaktaki hegemonik erkekliğe karşı dizideki erkeklik
Erkekliklerin dizilerde bu şekilde sergilenmesi, hattâ ailenin ve kadınlığın da bir soru haline gelmesi, değişen toplumda aileye ilişkin normların tehdit altında olduğunun hissedilmesinden kaynaklanıyor. Bunları, bir yandan artan ekonomik zorluklar, diğer yandan gelişen feminizmin sunduğu eleştiriler ve tabii içinde yaşadığımız siyasi kutuplaşmaların yarattığı endişelere karşı oluşturulan kültürel bir anlatı olarak görmek lazım. Son zamanlarda bu endişe daha didaktik, yine edebiyat eleştirisi teorilerinden esinlenerek yorumlayabileceğim yazar metinlerinin ortaya çıkmasına neden oluyor. 2010’lardan itibaren çekilmeye başlanan ve daha gri tonlar taşıyan, daha karmaşık ve Feyza Akınerdem ile birlikte “oyun türü” diye tanımladığımız diziler ise “okur metinleri” olarak tanımlanabilir. Burada metin izleyiciyi zorlar, beklenmedik sonuçlar yaratır ve izleyiciyi biraz olsun rahatsız etmeye çalışır. Ama her iki tür dizide de seyirci, dizi ile tam tamına özdeşleşemez. Sürekli bir pazarlığa, bir tartmaya girmesini mümkün kılan bir mesafe her zaman korunur. Dizi izleme konusunda uzmanlık kazanmış olan izleyicinin yönetmeni ve senaristi nasıl yönlendirdiğine dair tweetler ve sosyal medya mesajları hem sayısızdır hem de çok ince eleştiriler ve espriler içerir.
Farklı tür dizilerin çizdiği erkekliğe genel olarak bakınca bir ana anlatı ve onun etrafında oluşan sapmalar olduğunu görüyoruz. Sosyal bilimciler bu ana anlatıya “hegemonik erkeklik” diyor. Bu “hegemonik erkeklik”, normatif olan, yani toplumda olması gereken erkeklik anlatısı, sokaktaki erkekliğin anlatısı değil. Zira Türkiye’de var olan hegemonik erkekliğin bundan farklı olarak çok daha agresif ve güce dayalı bir erkeklik olduğunu söyleyebiliriz. Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin bu kadar arttığı bir dönemde melodramatik aile dizilerinin, bu var olan erkekliğin yerine olması gereken erkekliği resmettiğini söylemek mümkün. Yani televizyon dizileri eleştirilerin aksine hâlâ ders vermeye devam ediyor.
Diğer yandan bu klasik anlatıyı bozmaya çalışan son dönem dizilerdeki erkeklikler daha karmaşık bir tablo çiziyor. Bir yandan erkekleri güçlü ve her türlü saldırganlığa ve oyuna misliyle cevap vermeye hazır, diğer yandan ise duygusal ve garip alışkanlıkları ya da takıntıları olabilen kişiler olarak resmetmeye başladı. Ancak bu erkeklerin diğerlerinden en büyük farkları homososyal birlikteliklerin öznesi olmaları ve bu birlikteliklerden müthiş bir haz duyduklarını göstermeleri. Gündelik hayatta çeşitli toplumsal gelişmelere bağlı olarak yeni erkeklikler ortaya çıkarken diziler de, kâh yurt dışından ithal erkekliklerle, kâh erkeği geleneksel erkek meclisinde konumlayan geleneksel yerli erkekliklerle, normatif erkekliğin altını oymaya başladı.
Ancak sıradan olmayan ama olmadığı halde çok izlenen Kadın dizisindeki Arif karakteri yukarıda anlatılan erkeklerden farklı bir görüntü çiziyor. Bu dizi, toplumdan dışlanan bir mahallede yaşayan üç kadının zorluklar karşısındaki dayanışmalarını anlatıyor. Bunu yaparken de o dışlanmışlığın içine sıcak bir aile hikâyesi yerleştirerek dünyadaki iyilikleri sergiliyor. Dizinin iki erkek kahramanı da “iyi” karakterler. Ama bir tanesi şanssız ve karısının zor durumlarında yanında duramazken, diğeri erkek karakteri, mahallenin tekinsiz suratlı kahvecisi Arif ise kadınlarının “başını dayayacak omuz” diye tarif ettiği, sevmesini bilen ve her zaman sevdiği kadının ihtiyaçlarını ön planda tutan biri. Seyirci de dizi senaristlerine ana karakteri oynayan kadın Arif’le olsun, öbürü ile değil diye baskı yapıyor. Dizideki “kötü” kız kardeş ise birçok başka kötü olguyu de beraberinde getirmesine rağmen farklı bir erkekliği gösteren nadir bir örnek olmaya devam ediyor.
(5 Kasım 2018 - "TV Dizilerinde Babalık ve Kadın-Erkek İlişkisi" Sosyoloji Konuşmaları)